May 242014
 

nymphmaniac posters - lars von trier - analiz - eleştiri

“Hiçbir orgazm yaşamadığımızı kabul etmek istemezsiniz, belki.
Belki de, orgazmların ne olduğunu, aşağı yukarı hangi stilde geldiklerini
ve sizce nasıl elde edilebilir
incelmiş farkındalıkların,
davetkar seslerin ve sessizliğin alemine girmek istiyorsunuzdur.

Gerçekte, orgazmın tarihi,
dünya tarihinden başka bir şey değildir.

Aslında, her yerdedir orgazmlar, her ne kadar
“bir orgazm nedir” sorulduğunda kendi kendimizi
sözcüksüz bulsak da.
Bazıları inanç diye adlandırır orgazmları,diğerleri müzik olarak görür onları
daha başkaları da, kendi kendimizin
en iyi hali der onlara.

Nasıl tanımlanırsa tanımlansınlar, orgazmlar
büyük keyiftir erkeklerde ve kadınlarda, 
iyide ve kötüde, görünür ve görünmezde
gerçek ve gerçek olmayanda 
Herkesin başına gelebilir orgazmlar
ve her çeşit insan için, her çeşit orgazmlar vardır.

Örneğin lirik orgazmlar vardır; hayal edilen,
bir kişi için derin duygular dile getiren…
Balad orgazm vardır sözel olarak canlı kalan,
dramatik orgazm vardır ek izahat gerektirmeyen…
Ve epik orgazm vardır, içinde bir aşığın kahraman ya da
fatih rolünü oynadığı, bir uzun-soluksuz orgazm.

Erkekler çok kez orgazmların kısa
ve göze çarpıcı haikusu’ndan memnundurlar…
Din adamları ve kasvetli tipler matemli,
mersiye türünden orgazmlardan bahsederler…
Ünlüler ve teşhirciler gösteri orgazmına meyillidirler
– seyirciönünde sahnelenen bir stil olan.
Modası geçik erkek ve kadınlar, kırsal manzaranın ortasında
ortaya çıkan pastoral orgazmlardan asla yorulmaz.

Ve gündüz ve gecenin herhangi bir anında
kaybolmuş orgazmlar dolaşırlar amaçsızca,
sokaklarda bekleyerek bulunmayı.

Önemli olan orgazmlar yüzünden fazla eziyet çekmemektir.
Sevmek zorunda değilsiniz onları.

Dahası üzücü orgazmlar da olabilir, hatta
kayıptan, kederden, umutsuzluktan dem vuran
blues orgazmları da olabilir
Sadece sabırlı olun.
Oturun kendinizi evinizde hissedin, gevşeyin ve bekleyin…
Bırakın uzun süre kalsınlar derinliklerinizde.
Hissedin telkin edici ritim ve modellerini.

Bilin uygun anlarını: Onların küçük ayakları
üstünüzden tekrar tekrar geçerken
ve yavaş yavaş beyninizi
bedeninizi ve yüreğinizi ele geçirirken.

/Kadın şair Nin Andrews’ın “Orgazmı Tanımlama” şiirinden…

Lars Von Trier, AntiChrist(Deccal), Melancholia(Melankoli) filmlerinin ardından “Depresyon Üçlemesi” olarak da adlandırılan serinin son filmini “Nymphomaniac” ile tamamladı. Türkiye’de “İtiraf I”  ve “İtiraf II” isimleriyle yayımlanması beklenen filmin gösterimi sinemalarda yasaklandı, mecliste dahi tartışıldı ve bir çok kültür-sanat-edebiyat eserini sansürlemesi veya yasaklaması ile faşizm ve utanç suçları tarihinde hatırı sayılır yeri olan AKP hükümetine yine bir çok tepki oluştu. Filmin diğer ülkelerde 18+ uyarısıyla yayınlanırken, aralarında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, Onur Ünlü gibi yönetmeler de olmak üzere bir çok sanatçı, yazar, yönetmen yaş sınırına rağmen Türkiye’de yasaklanmasına kınamayla tepki gösterdi.  Faşizan sansürün fıtratında olduğu gibi  yasaklanma,  filme olan ilgiyi daha çok arttırdı ve üniversitelerde, internette izlendi ve kritiği daha fazla yapılan hale geldi. Trier sinemasının “pornografik” olduğu iddiasıyla eleştirilmesi ve rahatsız olunması ise takipçileri için sıradan, sığ ve anlamsız bulunmaya devam ediyor. Zira Trier’in “İyi bir film ayakkabının içerisine kaçan çakıl taşı gibi olmalıdır.” sözüyle belirttiği gibi filmlerinden rahatsız olunması, tıpkı Haneke’de olduğu gibi Trier için de “rahatsız ederek toplumsal bir olguyu sorgulatmaya ve anlamaya dair” başarıya ulaşma eşiğini temsil ediyor.

 

Nympomanyak - Lars Von Trier - Poster

“Aşkı unutun” sloganıyla fragmanları yayımlanan Nymphomaniac’ta, filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Trier’in kendi sinema geçmişinin olduğu kadar, Trier sinemasının kamera önünden ve kamera arkasından ve de Trier’in bilinç dışı referanslarını barındırması açısından da önem kazanıyor ve gerek ideolojik örüntüsü, gerek anlatım tekniği, gerekse içeriğin felsefedeki karşılığı, Trier’in doğuştan gelen, tarihte ve bilimde sıkça karşılık bulan seksüel birikimin sinema diliyle yaptığı varoluşçu psikanalize uygunluğuyla incelemeye değer bir bulmaca sunuyor.


Filmin Brechthyen Estetikle Yapıbozumsal İskeleti

“Amaçlarımız uğruna duygular bile dünya görüşümüzü desteklemek için kanıt olarak kullanılmalıdır.”

/Piscator

Continue reading »

Ara 112012
 

Oruç Aruoba - De Ki İşte

“Yaşamında en zor işin, kendi yolunu yürümek olacak
– ve, ilişkin olan, önem ve değer verdiğin kişilere, bunu anlatmak:
Yaşamının, yaşadığın kadarıyla, yalnızca senin yaşamın olduğunu: aynı şeyin
onlar için de geçerli olduğunu; ilişkide olmanın da,
bu temel gerekliliği engellemediğini,
engellememesi gerektiğini…
Ama, anlatamayacaksın ki…

– Çünkü , daha kendin bile gereğince
anlamamış olacaksın bunu…

Ancak arada bir gerçekten yaşayacaksın:
duygusal olarak “unutulmaz bir an” denen
yaşam aralıklarından birinde, tam kendin olarak,
tam kendisiyle yüzyüze geldiğin bir başka kişiyle
birlikte, birşey yaşadığında(bir sevinç, bir acı…)
– o zaman gerçekten yaşarsın.
Ama bu “an”ları son derece seyrek yaşarsın
(kimi insanlar-çoğunluk?- bunları hiç yaşamaz belki); son derece de kısa…
Gene de, bunların sağladığı anlam yoğunluğu, yaşamının bütün geriye kalan çölünü yeşertmeye yetecek.”

/ Oruç Aruoba

 “de ki işte”, Oruç Aruoba gözüyle, dil, varoluş ve felsefe serüvenine başlayanlar -ve hatta bitirmek- için oldukça özel bir kitaptır. Tümceler ve Yürüme  üçlüsünün içinde, bence, Aruoba’nın ortada yer aldığı bir araf’ın da yanarken teskin edici özelliğini taşır. Kitap, 1984-1987 arası metinlerden oluşmuş ve Kasım’90 itibariyle de ilk basımını gerçekleştirmiştir.

Kitabın ilk sayfalarını karıştırmaya başladığınızda, Ergin Günçe‘nin 1979 yılında yazdığı “Bir dostu ölü götürmek” şiiriyle karşılaşırsınız. Şiirin ortalarına gelindiğinde, “Ölünün Babasıyla / Uzunca bir Rakı iç / Anmadan eski günleri / Bırak biraz Ay doğsun”  dizeleri ile çarpılır, sonra ön söz bölümünde hiç bir şey çarpamamışçasına, kitabın “Anlama-rayış” bölümünde, Escher’in 1937 yılındaki çizimi “Ölüdoğa ve Sokak” ile kumarın, tütünün, hayatın gelişigüzelliğinin, kitapların ve sohbet mekanlarının arasında gözlerinizi gezdirirsiniz. Ki Aruoba da bu bölümde öyle yapar, kuruyemişlerinden, kitap tasniflerinden, sigara tablasından,  bavuluna sığdırmaya çalıştığı gömleklerinden ve pantalonlarından bahseder.

Akabinde de bağlaçların ne kadar hakikat doğurabildiği, metaforlardan mümkün olduğunca arınmış  ve Ölüm’ü “de” ile, Yaşam’ı “ki”, Felsefe’yi “işte” ile yakalar, nefessiz bırakırcasına sıkıp düğümler ve halen bu kavramların ve bu kavramların sizdeki kavramalarının nefes alıp almadığına bakmaksızın çözer…

Daha çözülmeden, çözüleceğine de inanmadığınız bir anda, Aruoba’ya has imla hareketlerindeki kasvet ve sizi hep diri tutan yapıştırıcılar bilin ki uçucudur ki bilin uçtuğu yer suçsuzluğunun olduğu yer kadar, suçunuzun aymazlığını aynadaki aksinizle buluşturacak yapıştırıcılardır…

Continue reading »

Eki 222011
 

 

Poster - Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Analiz - Eleştiri

“beni en güzel günümde
sebepsiz bir keder alır
bütün ömrüm beynimde
acı bir tortusu kalır
anlayamam kederimi
bir ateş yakar tenimi
içim dar bulur yerini
gönlüm dağlarda dolanır

ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli

ne kış ne yazı isterim
ne bir dost yüzü isterim
hafif bir sızı isterim
ağrılar sancılar gelir
yanıma düşer kollarım
görünmez olur yollarım
hem sevgini hem elleri
önüme ölüm serilir

ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli”

/ Sabahattin Ali – ‘Melankoli’ şiiri

Kıyamet melankolisi üzerine 2011 yapımı Melancholia(Melankoli) filmiyle Lars Von Trier, Alman izole estetizmini öven resim, edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji, bilim, müzik akımlarını bir potada eritirken, diğer yandan  Dogville, Manderlay ve son olarak da Antichrist(Deccal) (Film analizi için tıklayınız filminde olduğu gibi, kendisine göre yobaz dini görüşlere karşı duruşundan geri kalmayarak, senaryosunun odağına taşıyan izlecini bu sefer,” insanların melankolik davranışlarının “dinen günah”” olarak adledilmesine protest bir tavır olarak yakmıştır.

64. Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or ödülü adayı olan film, ödülü, Melancholia’nın senaryosuyla kozmik görüntüler ve makro evrende insan örüntüsüne indirgemeci yaklaşımı irdelemesi açısından benzeşen öğeler taşıyan Terres Malick yönetmenliğinde çekilen “Tree Of Life” filmine kaptırırken, “en iyi kadın oyuncu” ödülüne ise oyuncusu Kirsten Dunst layık görülmüştür. Bu ödü,l 2009 yılında yine bir Trier filmi olan “Antichrist“ filmindeki çarpıcı rolüyle Charlotte Gainsbourg’a verilmişti. Trier’in dengesiz kadın rollerindeki yeni gözdesi olan Gainsbourg, Melancholia filminde de Dunst ile birlikte baş rolde yer alıyor.

Sanat Tarihinin Dağınık Sembolleriyle yaşatılan İdeoloji

“Yüceltmenin dinamiği idealleştirmeyi seferber ederek, depresif boşluğun etrafına ve o boşlukla birlikte bir hiper-gösterge dokur. Bu artık var olmayanın görkem olarak  alegorisidir. Altta yatan ve örtük durumdaki var olmayanın yerine ve adına yüce anlam, geçiciliğin yerini alan yapıntı budur.”

/ Julia Kristeva

Trier, Cannes’daki basın toplantısı sırasında, daha sonra özür dilemesine sebep olacak “Hitler’i anladığına”  ilişkin ifadeleri nedeniyle oldukça tepki gösterilen ve hatta kovulan bir duruma düşmesinin altında, Alman ekolünün içinde yoğunlukla barınan ve Hitler dönemini de kapsayan “ideloji””, ojenizm”, “paganizm”,” yobaz karşıtlığı”,”sekülerizm” ,”burjuva karşıtlığı” gibi öğeleri filmine de yansıtacağı şekilde el üstünde tutması ve hatta özümsemesi yatmaktadır.

Sadece Trier’e özgü olmayan, örneğin Sartre’nin hocası Martin Heidegger’de de gördüğümüz benzer hayranlık sürecinde olduğu gibi daha sonra pişmanlık arzedecek mi bilinmez, sanat üretimlerine sıklıkla ilham kaynağı olan Hitler-Nazi Almanyası’nın önemli tartışmaların, ideolojiyle beslenen bilimsel, felsefi, müzik ve sanatsal çalışmaların dönemi olduğu da aşikardır.

Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Sinema - Film - Analiz - Eleştiri

Continue reading »

Oca 172011
 

Karar Anı - Jonah Lehrer - Kitap Kapağı “Çözdüm her şey çok basit
Denize doğru
Üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya
Zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya
Denize doğru

Düşlerimde bile kaçtım denize doğru
Aslında kaçmak değil sevgiye koşmak
Sessizdiler ama çoktular
Biraz deli biraz çocuktular
Denize doğru

Kolunu kaptıranlara çare bulunmaz
Yaşam bizden hızlı
Beklesen olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru

Gülmez çünkü hiç bilmez
Dertleri ağır
Bütün kapılar çalınır
Ama bilgeler sağır
Mışlar mişler ne demişler
Burada bulamamışlar
Denize doğru

Gittim çünkü eskittim
Kentin sokaklarını
Kimsenin umurunda değil
Suratlar soğuk
Ardımda çok şey bırakmadım
Kalanları da almadım
Denize doğru

Adını düşürenlere üzülsen değmez
Sesini kaybedenlerin bir şarkısı olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru”

/ Bülent Ortaçgil – “Denize Doğru”‘dan

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden Ferit Burak Aydar çevirisiyle çıkan, yazar Jonah Lehrer’in “Karar Anı” kitabı, hayatımızda verdiğimiz kararların, insanların akılcı varlıklar olarak, mantıklı kararlar alma yetisini başka bir perspektifte inceliyor.

Nobel ödüllü sinirbilimci Eric Kandel’in laboratuvarında, Le cirque 2000 ve Le Bernardin restoranlarında çalışan, Boston Globe ve Washington Post gazetelerinde, Nature, the New Yorker ve Seed dergilerinde yazıları yayımlanan bir yazar olan Jonah Lehrer’in daha önce “Proust bir Sinirbilimciydi” kitabı da bulunmaktadır.

Tarzı itibariyle “İrrasyonel” ve “Buyology” kitaplarını anımsatan “Karar Anı”nda, yazarın beynimizin hangi anlarda, nasıl karar aldığını incelemek ve yakınen tahlil etmek adına örnek aldığı olayların asıl kahramanları olan oyun kurucular, pilot, şarkıcı, yönetmen veya poker oyuncularıyla birebir görüşmelerindeki aldığı izlenimleri, sinirbilim çerçevesinde değerlendirerek okuyuculara sunuyor. Analoji olarak Nobel ödüllü psikolog Herbert Simon’un insan beynini makasa benzetmesini kullanan Lehrer, her bir karar anında makasın bir ucu olan beyni ve diğer ucu olan beynin faaliyet yürüttüğü özgül çevreyi bilim dergilerindeki referanslarını da inceleyerek çıkarımlara varıyor.

Kitap, 9 bölümde ‘karar anları’nı inceliyor: Continue reading »

Kas 022009
 

irrasyonelYazar Stuart Sutherland, Aristo’nun “rasyonel hayvan” olarak tanımladığı insanın vermiş olduğu kararlarda, tarihten, reklamlardan ve psikolojik deneylerden yola çıkarak inceliyor, eleştiriyor ve yine insanın yüzüne çarparcasına ama kibar bir dille “İrrasyonel” kitabıyla vuruyor. Bu açıdan baktığımızda Rasyonel düşünceyi ise şöyle tanımlıyor Sutherland, ” Kişinin sahip olduğu bilgiler dahilinde, doğru olma ihtimali en güzel sonucu hedefler… Rasyonellik yalnızca kişinin ne bildiğine göre değerlendirilebilir. ”

Burada yazarın bir önemli ayrımını belirtmekte fayda var. Diyor ki Sutherland : ” Rasyonel düşüncenin ya da rasyonel karar almanın en iyi sonucu getireceğine dair kesin kanıt yoktur.” Bu da kitabın vermek istediğini daha iyi anlatıyor, yani bu kitapla algılatmak istediği gerçeklik ve rasyonellik size mutluluk sağlar, sağlamaz, sizi hayatta bırakır ya da bırakmaz, kariyerinizde yükseliş sağlar ya da sağlamaz, kitabın ilgi odağı bu vaadi vermek değil. Zaten irrasyonel dünyada ve irrasyonel karar veren insanların arasında “doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur” atasözü manidarlığında başka bir toplumbilim sorununa temas etmek, şu kitap incelemesi dışında başka bir inceleme konusu olacaktır ancak yine de kitapta buna dair cevaplar da mevcut olduğunu hatırlatmakta fayda var. Örneğin insanoğlunun kendi mutluluk oyununu oynamak için gerçekleri saptırma/çarpıtma eğiliminde olduğu gibi.

Zaman zaman “İrrasyonel” kitabında insan psikolojisinin hangi kararlara nasıl ve niye verdiği örneklerle açıklansa da kitabın anlatım dilini ve kurgusunu çok tutarlı bulduğum için her bir bölümün incelemeye değer bulmamdan mütevellit, sizinle de bu kadar ayrıntılı paylaşayım istedim.

Continue reading »

Mar 162009
 

surfx3dscrn

Matematiksel Nesnelerin Varlık Sorunu 

—hakikat nesnellikle ilgilidir; iyilik kavramı ise hemen hemen nesneldir. bu kavramlara bakanın “beğeni”sine bağımlı olan ‘güzellik’ kavramı nesnel değildir.”/mortimer adler-six great ideas—

 Matematiksel nesneler ile fiziksel nesneler arasında bir fark var mıdır? Eğer varsa nasıl bir ayırım yapılabilir? Fiziksel nesneleri somut, matematiksel nesneleri soyut olarak nitelemek mümkün müdür? Matematiğin kapsadığı nesnelerin kaynağı nedir? Matematikçi bu nesneleri nasıl bulur? Bu tarz sorulara cevap veren görüşlerden en önemlileri ‘realizm’, ‘nominalizm’ ve ‘yapımcılık’ olarak belirlenebilir.

Continue reading »

Tem 142006
 

 

kozmos

“Olağanüstü bilimsel başarı ve bilimi halka ulaştırma” ödülünün sahibi Prof. Dr. Carl Sagan, bu kitapla karşımıza ilginç ve doğaüstü bilgiler içeren konularla geliyor. Yazarın eserleri birçok ülkede bestseller oldu bilindiği üzere. Benim Carl Sagan’la tanışmam birçoğumuzun ki gibi Tübitak yayınlarından çıkan “karanlık bir dünyada bilimin mum ışığı” kitabı ile değil, televizyon sayesinde olmuştu. Şu an hala çalışmaları ve araştırmaları, bilimkurgu ve belgesellerde yer alan bir bilimadamı ve uzayın yalnızlığını reddeden, bunların bir anlamı ve ifade şekli olduğuna bilimsel düzenekte ve spekülasyondan uzak bir şekilde sahip çıkan bir araştırmacı merhum Carl sagan. 

Karmaşıklığın adı olan kaos’un yerine netliğin, düzeyin ve genişlemenin adı olan Kozmos’u isim olarak koymuş eserine. Hepimizin çocukluğu bir şekilde evrenin anlamını sorgulamayla ve değişik senaryoları kafamıza yerleştirmeyle geçmiştir. Bunların bir gün gerçek olabileceğini hayal etmişizdir çoğu zaman. İzlediğimiz filmlerde, belgesellerde uzay ‘daki yaşam anlatılırdı günümüzdekinden biraz daha ilkel olarak. Daha sonra teknoloji ile birlikte çeşitli radarlar, teleskoplar, bilgisayarlar girdi hayatımıza bir çırpıda. ama sorular cevaplanmamıştı tamamen… 

Kozmos, bilimsel terimlerle sıkılabileceği türden bir kitap değil. Dili oldukça akıcı. Zaten sonrası şelale desek yeridir. Kitabın başlangıcı, Carl Sagan’ın kendisi hakkında “su,kalsiyum, ve organik maddelerin toplamayayım” benzetmesi kadar temelden başlıyor. İlk önce eldeki bulgulardan bahsediyor. Yani bilimsel teorilerden ve kesin kanıtlarla yola çıkıyor.”bakalım elimizde neler var” diyerek kısa ama etkileyici bir giriş yapıyor. Bu da çok basit bir çalışmadan geçmemiş. Eski uygarlılardan İyonya, Babil, Atlantis, Mısır gibi uygarlıkların evren, gökyüzü, insan anatomisi, yeryüzü şekilleri gibi konularla destekleyerek nasıl geliştiğimizi anlatan bir çalışma bu.

İnsanın gelişim evrimi ,DNA’dan mevsimlere kadar bir çok bilgi de beraberinde geliyor zaten. En çok hoşuma gidenlerden birisi de sıkmadan, çok ayrıntılı olmadan kısa bir bilim tarihi özetlemesi yapması. Eski dönemin bilimadamlarından Pisagor, Aristo, Öklid, Eflatun gibi düşünürlerin gökyüzüyle olan ve evrenin şifresinin matematik olduğunu kanıtlarcasına gökbilim çalışmaları ince bir çizgiyle okuyucuya ulaştırılmış. 

Kitabın ortalarına doğru kronolojik olarak bilimadamları değişiyor ve yeni çalışmalar ve izlenimler aktarılıyor. Filozofların kendi aralarında yaptığı tartışmaları anlatırken sanki kendi aramızda arkadaşlarımızla yaptığımız istişareleri hatırlatılıyor sanki. Yani o kadar doğal ve akıcı bir dil kullanılmış. Yaşamın temel yapı taşlarınla devamlı bağlantı kuran Carl Sagan ,evrenin düzeni ve dengesini her bölümde bizlere göstermek istemiş. 

Kitabın sonlarına doğru ise uğraştığı, Seti projesi beraber çalıştığı Frank Drake’nin hala geçerliliğini koruyan “Drake Denklemi”ni baz alarak sorgulanmasıyla işin matematiğinin ne kadar önemli olduğunu kavratması açısından değerli bilgiler diyebilirim.

May 142006
 

 

Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı

Bilimin merak, heyecan ve coşkusunu geniş kitlelere aktarmak konusunda pek az bilim adamı Carl Sagan’ın bu kitabı kadar başarılı olabilmiştir. Onun bilimin zor kavramlarını her düzeyden insana ulaştırmadaki becerisi, milyonları bilime yakınlaştırmada ve batıl inanışların, sahte bilimin, ufoların insanlar tarafından sorgulanmadan kabul gördüğü ve bir nevi bilimin karanlık çağlarının yaşandığı bir dönemde, bilimin anlaşılmaya ve bilimsel kriterlerin her şey de aranması gerektiğini göstermesi, ona da Pulitzer ödülünü kazanmasında ki zanlımca en büyük etkendir. 

Ufolardan bahsederken şu anlaşılmamalıdır, belki de ufoların gerçek olmasını ve dünya dışı varlıkların bulunması fikri, onun kadar kimseyi etkilememiştir. Fakat böyle olmasını istemekle, öyle olması arasında dağlar kadar fark vardır.Hher ne kadar çokları tarafından- ki bugünkü haberlerde de bir bilimadamının abd’nin bir ufo aracını sakladığına dair itiraf haberi mevcuttu- dünya dışı varlıkların var olduğu yadsınamaz bir gerçekse de, gösterilen kanıtların hiçbiri bilimsel kriterler tarafından sorgulandığında bir değer ifade etmemektedir. bunlar çoğu zaman bireylerin kendi başlarına yaşadıkları deneyimlerden ibarettir. Bu kişiler uzaylılar tarafından kaçırıldıklarını ve çoğu zaman da cinsel ilişkiye zorlanıp,üzerlerinde bazı deneylerin yapıldığını iddia eden kimselerdir. yazarınsa buna cevabı çok açıktır, bu kadar ileri düzeyde olan bir uygarlığın neden türlerinin üremesi için insanoğluna ihtiyaç duydukları ve insanlar üzerinde yaptıkları deneyleri neden hala bu zamana kadar bitiremedikleri yönündedir. 

Gökyüzünde, tanımlanamayan uçan cisimler(ufo) olarak adlandırılan ve bir çok kişi tarafından görüldüğü iddia edilen cisimlerin ise %95 oranında göz yanılmalarından ve diğer yıldız ve gezegenlerin insanlara oynadığı küçük oyunlardan başka birrşey olmadıkları artık su götürmez bir gerçek olarak kabul ediliyor. Bunun dışında kalan %5 lik kısım ise sadece bilimsel açıdan şüphe ile karşılanıp üzerinde duruluyor. Bu şüphelerin açıklığa kavuşturulması için Abd’de oluşturulan bir kurulun başında da bizzat bulunmuş olan Carl Sagan, sonuçta net bir şeye ulaşılamadığını belirtmesine rağmen bilimsel tavrı yani şüpheciliği hiçbir zaman elden bırakmıyor, tabi bağnazlıktan uzak. 

Birgün ufolara inanan arkadaşlarından biri ona şöyle soruyor:”ufolara inanıyormusun, Carl.” onun yanıtı ise ilginç, şöyle cevap veriyor: “eğer bu bir inanç meselesiyse ben inanmıyorum, ama bilimsel olarak içimde, olmaları için inanılmaz bir istek var.” 

Kitap içerisinde, dünya dışı varlıklarla ilişki içerisine girdiklerini iddia eden kimselerin psikolojileri üzerine yaklaşımların yanında, artık ortaçağın karanlıklarında kalmış cadı yakma olaylarına da değinip, bunlar arasında ki şaşırtıcı benzerlikler üzerinde de duran Sagan, sanki bilinçaltının kuşaklara aktarıldığını da kanıtlamak istemektedir. 

Eski inançların üzerinde de duran sagan, musevilikte evrenin 6000 yaşında olduğu gibi yanlışlar üzerinde de durmaktan çekinmemektedir. Ortaçağdaki cadı yakma olaylarında kilisenin takındığı tavrı da kıyasıya eleştiriyor, bunun yanında kilisenin bu olaylardaki hatalarını kabul etmesine de yer vererek belki de ileride gerçekleşebilecek bağnaz ve dar görüş ürünü hataların da önüne geçilmede bir umut ışığı yakıyor ki bir Çin atasözünden haraketle; ‘mum ışığı karanlığın lanetinden iyidir.’ 

Özetle her türlü bağnazlık ve bilim dışılıktan uzak durmak isteyenler için iyi bir kitap. Tabi diğer yandan Aldous Huxley’in şu sözü gibi düşünenler de yok değil : “bilimin büyük trajedisi: güzelim hipotezleri çirkin bir gerçek yüzünden katletmek…”