” Aşkın gerçekliği yoktur.
Zamanı vardır.
Her aşk kendi zamanı içinde gerçektir.
Yaşamda hiçbir şeyin olmadığı kadar gerçek.
Su balığın hem varoluşu hem zamanıdır.
Suyun zamanı gibi aşkın da zamanı vardır.
Kendi zamanı.
Sudan çıktıktan sonraki zamanda, sudaki zamanı bilemezsiniz.
Nerden bileceksiniz?”
/ Murathan Mungan
1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya gelen Louise Brown, 2008 yılında anne olmuş ve eşi tarafından annelik yetisi konusunda övgü almıştı. Bu süreçte ise erkeğin spermiyle. kadının yumurtasını rahimde değil de dış ortamda döllenip, sonra tekrar annenin rahmine yerleştiren tüp bebek yöntemi büyük tartışmalara sahne olmuştu. 1952’den başlayan klonlama tarihi boyunca kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi bir çok hayvan klonlanmış ve gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Bugüne baktığımızda ise Louise Brown’un açtığı tüp bebek yöntemiyle bir çok çift bebek sahibi oluyor ve toplum içerisinde o zamana göre kıyaslandığında bu bebek, çocuklukları dahilinde “normal” olarak karşılanıyor, tüp bebek hastaneleri yapılıyor, tüp bebek için devlet teşvikleri veriliyor. Kısacası tüp bebek yöntemi toplum tarafından kanıksanan ve hatta özendirilecek bir konum kazandı.
Tüp Bebek, Klonlama, Kök Hücre tedavisi gibi biyoteknolojide yaşanan bu gelişmeler ile ilgili bir çok film yapılsa da, işin “birey” olgusuna yönelik iki film bu alanda dikkat çekti: Michael Bey’in yönettiği 2005 yapımı The Island(Ada) ve Mark Romanek’in yönettiği 2010 yapımı Never Let Me Go(Beni Asla Bırakma) “doğal olmayan” yollardan klonlama yapılarak, toplumda “doğal olan” yollardan dünyaya gelen insanlara bir nevi yedek organ işlevi gören klon insan algısının klon insanlara yaşattığı dramı, toplumdaki statüsü sinemaya derin diyaloglarla yansıtarak bizlere sorgulatmıştı.
Macar yönetmen Benedek Fliegauf ise,yazıp yönettiği Womb(Rahim) filmi ile halen tartışılan hatta “ilk insan klon bebeği doğurduk” iddialarının ciddiyetle yaşandığı çağımızda olayın bambaşka ama bir o kadar da özlük boyutuna iniyor ki “klonlama” tartışmalarında, biyoetiğin sosyal boyutunda klonlama ilgili gelen eleştirilerin tam da anlatmak istediği, bir anlamda uç ama bir o kadar da olağan bir aşk hikayesine odaklanıyor ve izleyicisine soruyor “Bir adamı onu tekrar doğuracak kadar sevebilir misiniz?”
ARTIK AŞK İÇİN AŞKI DOĞURMALI AŞK O ZAMAN MI AŞK?
“Ancak ölümsüzlüğe çare bulunduğunda, aşkın ölümlü olduğunu kabullenecektir insanlar.”
/ Murathan Mungan
Bir çoğumuz için hayatta en çok değer verdiğimiz ailemiz, çocuğumuz, sevgilimiz için bazen kendisinden habersiz böbrek, kan nakli yapmak hatta gerekirse kendimiz vermek bir o kadar gerekli, bir o kadar da normaldir. Yine bir çoğumuz için yine kendisinden habersiz Alzheimer hastası bir sevdiğimize büyük gelişme kateden kök hücre tedavisi yaptırmak da öyle. Tüm bunlar sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirmek, onların daha uzun ve sağlıklı bir şekilde ömürlerini geçirmesi için verdiğimiz, verilmesi gerektiğini de düşündüğümüz emeklerden biridir. Yönetmen ve senarist Benedek Fliegauf ise bu türden bir amaç için verilecek emeği bambaşka bir boyutla değerlendiriyor ve nedeninin merkezine güçlü bir olguyu yani Aşk’ın devamını sağlamayı, O’na ait olmayı sürdürmeyi, O’nunla daha fazla vakit geçirmeyi ve onun için ömrünü vefa etmeyikoyuyor ve bu uğurda yapılan bir klonlamanın boyutlarını, görsel yönetmenlik ve diyaloglardaki sade ama vurucu bir kıvamda sormasını biliyor. Söz konusu olan klonlama olunca, neden itibariyle pek de diğerlerinden ayrışmayan ama sonuç itibariyle bir böbrek naklinden veya bir kök hücre tedavisinde oluşacak sonuçlardan çok daha fazlasını kavratmak istiyor.
Benedek Fliegauf, denizin kenarında ilk görüşte birbirlerinden etkilenen Rebecca ve Tommy’in hikayesiyle dokuyor bu soruyu. 9 yaşında sahil kasabasında dedesinin yanına gelen Rebecca, o kasabada yaşayan Tommy ile tanışacak, birbirlerine aşık olacaklardır. Tüm günlerini beraber geçiren ikili, sahilde oynar, bisiklete biner ve denizin ufuklarına bakıp birbirleriyle daha da derin sohbetler geliştirirler.
Ancak beraberlikleri çok uzun sürmez, çünkü Rebecca’nın, ailesi sebebiyle, Japonya’ya taşınması gerekmektedir. İki aşık için üzüntü ve ayrılık vaktidir. Tommy onunla vedalaşmak için söz verir ancak Tommy vedaya gelmez. Henüz çocuk yaşta aşkı tadan bu ikili için, ayrılık da genç yaşta akılda kalan bir duygu olarak deneyimlenmiştir.
Aradan geçen 12 yıl sonra Rebecca, dedesinin sahil kasabasındaki evine geri döner. Dedesi hayatta değildir. Rebecca’nın gözü ilk olarak Tommy’yi arar. Annesini bulduğunda ise Tommy’nin yıllarca kendilerine Japonya’ya taşınmaları konusunda baskı yaptığını öğrenir. Tommy’nin yaşadığı yeri de öğrenen Rebecca, Tommy’yi ziyaret ettiğinde, yatağında başka bir kadın olan Tommy’yi bulur. İkili için tekrar aşk vaktidir. Yataktaki kadın gözleriyle birbirlerini aşkla süzen bu ikilin birbirlerine hissettikleri tutkuyu hemen anlar ve evi terkeder.
Tommy ve Rebecca için ise aradan geçen onca yıl sonra konuşulacak çok şey vardır. Birbirlerini artık çocuk haliyle değil, genç halleriyle tanımaya başlarlar ve yıllar önce kaldıkları yerden aşklarının devam ettiğini görürler. Bir gün Rebecca, Tommy’ye haftasonu ne yapacağını sorduğunda, Tommy’nin çevreci bir aktivist gruba üye olduğunu öğrenir ve kendisine o hafta sonu yeni açılan bir sağlık merkezinin aslında klonlama merkezi olduğunu ve bu sağlık merkezinin açılışını grubuyla beraber sabote edeceklerini Rebecca’ya anlatır. Tommy için gelirini sanal fahişelikten kazanmaya varan , estetik ameliyatlar ve hayvan klonlamanın da olacağı bu sağlık merkezi doğaya ve düzene aykırıdır. Yapacakları eylemle de medyanın ilgisini çekip, bu gidişata dur diyecek süreci başlatabileceklerdir.
Ancak eylem için yola çıkan çift, Rebecca’nın çişinin gelmesi sebebiyle yolda durmak zorunda kalırlar. Tam o sırada arabadan inen Tommy’ye ise araba çarpar ve hayatını kaybeder. Rebecca şoktadır. 9 yaşından beri aşık olduğu adam hayatını, gözleri önünde, genç yaşta ve ona doyamadan, tam da hayata beraber başlayacakken yitirmiştir. Rebecca bir süre Tommy’nin yasını tutar. Onun gibi çırılçıplak denize girer, mezarı başında suskunlukları konuşur.
Rebecca şoku üzerinden attıktan sonra, bir çocuk odası yapar ve Tommy’nin anne ve babasını evine davet eder. Kendilerine Tommy’nin bu hayattan böyle veda etmemesi gerektiğini, klonlama yöntemiyle onu kendisinin doğurabileceğini ve bunun içinde mezarından doku örneği alma izni vermeleri konusunda ikna etmek ister. Kuşkusuz Benedek Fliegauf önümüzdeki yıllar boyunca haberlerde, romanlarda, belki de günlük hayatımızda bir kahve sohbetinde dahi dillendirebileceğimiz, tarafı olabileceğimiz çok önemli bir diyalogu filmine çarpıcı bir şekilde dahil eder. Anne ve babanın oğullarını kaybettikleri en zayıf an olan yas döneminde Rebecca’nın kendinden emin aşk için, aşkı uğruna onu doğurabileceği ikna diyaloğudur bu: Tommy’nin annesi ateist olduklarını ve Tommy’yi de bir ateist olarak yetiştirdiklerini söyler Ancak klonlamaya karşı olduğunu ve insanın çiftlik hayvanı olmadığını belirtir ve ekler: Hayatın bize verdiklerini kabulleniriz ve bizden aldıklarını da… Ama Rebecca’nın argümanı da Tommy’nin annesinin argümanı gibi güçlü bir argümandır ve yine günümüzde bir çok bilimadamı, gelecekbilimci tarafından da dillendirilmekte ve bunun dışında bir çok kişi de bu konuda tam da Rebecca’nın argümanı nedeniyle gönüllü olmaktadır: Ama hayat bize bu imkanı da verdi, bu hediyeyi… Görmüyor musunuz?
ÖZGÜRLÜK VE AŞK, TANRININ MI AŞIK OLDUĞUMUZ KİŞİNİN Mİ YOKSA KENDİMİZİN Mİ ELİNDE?
“Aşkı bir kendini kurtarma projesi olarak görenlerin kaçınılmaz hüsranı. Kaç kere filme alınsa da gene karşımıza çıkacak olan sakızlı konu”
/ Murathan Mungan
Rebecca, Tommy’nin ailesinden Tommy’nin klonlanması için gerekli olan doku örneğin mezarından almak için izni alır ve hemen vakti zamanında Tommy’nin kapatılması için eylem yapmayı planladığı enstitüde Tommy’nin klonlanması için gerekli biyolojik işlemleri başlatır ve rahmine yerleştirir. Tommy’nin aile ise artık burada kalamayacaklarını ve burayı terketmeye karar verdiklerini söylerler.
Artık Rebecca’nın aşık olduğu adamın, Tommy’nin klonunun doğmasını beklemek kalmıştır. Yönetmenin görsel yönetmenlik zekası ile beraber gelen, Rebecca’nın Tommy’nin mezarında, karnında Tommy’nin klonu varken ziyareti, karnıyla suskunlukla konuşması ve onu beklemesine dair vurgu , yaşanan sosyal ilişkide paradoksal sürecin ve soruların başlangıcı olacaktır.
Rebecca artık hamile olarak sosyal hayatın içinde diğer hamile veya çocuklu kadınların ortamlarında bulunmaya da başlar. Klonlama artık yasal olarak yapılan bir işlemdir ve toplum içerisinde klon veya normal doğumlu olarak bir ayrışma mevcuttur. Klon Tommy ise büyümüştür ve Tommy’nin fiziki olarak tüm özelliklerini taşır ancak klon olduğundan habersizdir. Rebecca, babasının gerçek bir insan olduğunu ve bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini oğluna söyler. Klon Tommy de okuldaki arkadaşlarının da olduğu ortamda klon olan kişilerin farklı koktuğunu ve onları bir nevi dışladığını annesine belirtir. Tommy’nin okulu vasıtasıyla arkadaşlık kurduğu veliler de klon çocukları, kendi çocuklarından uzak tutmak istediklerini, bunun yanlış olduğunu savunurlar ve Rebeccca’ya da fikrini sorarlar. Rebecca ise çocuğunun dışlanmaması adına yalan söyler ve klon çocuklar konusunda velilerle aynı fikirde olduğunu ve klon çocuklardan uzak durulması gerektiğini tekrarlar.
Ancak Rebecca için bu üstünü örtme yalanı çok uzun sürmez, vakti zamanında Tommy ölmeden önce, Tommy’nin yatağındaki kadın, Rebecca ve klon çocuk Tommy’yi tanır ve durumdan şüphelenir. Tommy’nin doğum gününde, partisine davetli çocukların velilerinin bu şüphe neticesinde çocuklarını yollamayacaklarını belirtmesiyle Rebecca bir karar alır ve Tommy’yi toplumdan, insanlardan uzaklaştırarak sahilde ıssız bir evde Tommy ile beraber yaşamaya başlarlar.
Tommy’nin yaşı büyüdükçe kendisi ve babası hakkında daha bilinçli bir şekilde annesine sorular sormaya başlar. Rebecca ise konuyu klon olduğundan hiç bahsetmeden geçiştirmeye çalışır. Tommy zamanla bulunduğu ıssız evin yanına komşu gelen ailenin çocuğu ile arkadaşlık kurmaya başlayacaktır. Bu bir anlamda Rebecca’nın aşkı olan Tommy ile oğlu ile Tommy’nin aynı anda kendisine ait olamayacağına, sadece kendisiyle olamayacağına ve onu sosyal hayattan soyutlayamayacağına dair bir yüzleşme yaşamasının başlangıcı anlamını da taşıyacaktır.
Klon oğlu Tommy, aşkı olan Tommy’nin öldüğü yaşa geldiğinde yönetmen, konunun derinliğini ve perspektifini Rebecca’nın bu yüzleşmesi üzerine kuracak şekilde filmini sürdürür. Artık oğlu 21 yaşındadır ve bir kız arkadaşı vardır. Kız arkadaşının evde kendileriyle kalacağını annesine belirtir. Rebecca bu süreci gözlemledikçe oğlunun yıllar önce uğruna klonlamayı ve kendi rahmine yerleştirmeyi kabul ettiği Tommy’e olan aşkının karşılığı olmadığını dramatik bir şekilde anlar ve içine kapanmaya, daha da sessizleşmeye başlar. Oğlu, aşkını kaybettiği yaştadır ve ona bir sevgili gibi dokunamamakta, onun kendisine annesi olarak dokunduğunu bilmekte ama o bundan cinsel olarak haz aldığını farketmekte ve anne mi aşık mı rolünün sürüncemesini yaşamaktadır, üstüne üstlük kız arkadaşının Tommy ile olan sevişmelerini de duymaktadır ve izlemektedir. Ancak zihnini kurcalayan bambaşka bir soru da içini kemirmektedir: Oğlu hala klon olduğunu bilmemektedir ve bu gerçeği içinde saklamanın yarattığı ağırlık gitgide artmaktadır ve bu sorulardan kaçmak ve unutmak için sürekli uyumayı tercih eder.
Bir süre sonra kasabayı oğullarının ölümüyle birlikte terkeden Tommy’nin annesi tekrar çıka gelir ve klon Tommy ile karşılaşır ve ona uzun süre sessizce bakar. Tommy ise onun kim olduğunu anlamaz. Tommy’nin bir anlamda babaannesi bir anlamda ise doku annesi olan kadınla uzun süre bakışırlar. Kadın kim olduğunu söylemeden gider. Tommy ise annesi Rebecca’ya sorar ama yanıtsız kalır. Tommy bu gizemin peşini bırakmak istemedikçe, Rebecca doğacak sorulardan ve sorunlardan kaçmak ister.
Tommy için dayanılmaz hal alan bu gizem, davranışlarını da agresifleştirir, ne kendi için, ne kız arkadaşı için, ne de Rebecca için evde huzur kalmamıştır ve en sonunda Tommy kendini banyoya kilitler. Yoğun çabalar sonucu Tommy banyodan çıktığında kız arkadaşı evi terkedecektir ve Rebecca ile Tommy başbaşa kalırlar. Tommy yalvarırcasına Rebecca’ya sorar ve artık Rebecca gerçeği açıklama kararını verir.“9 yaşındaydım ve sahilde gördüğüm çocuğa aşık olmuştum” diye söze başlayan Rebecca, yıllar önce ölen sevgilisi Tommy’nin bilgisayarını kendisine uzatır ve görüntülerdeki sevgilisine, yani babası olduğu kişiye ve onun fotoğraflarına bakmasını ister. Tommy için bu travmatik bir andır. Birebir gülüşü, çilleri, saçları, gözleri ile tıpatıp olan bu arşivlerdeki adamdan olan bir klon olduğunu öğrenmiştir. Bağırarak kim olduğunu bile bilmediğini, şimdi böyle bir hatta ne yapacağına dair hiç bir fikri olmadığını söyleyerek Rebecca’yı azarlar.
Rebecca ise artık onun kadını olarak konuşur, hayatta olduğunu, kendisiyle olduğunu ve bundan daha fazla ne isteyebilirsin ki diye sorar. Ve o an yönetmen film ve gelecek boyunca ensest mi değil mi sorusunu sorduracak, ezber bozan belki de en dramatik anı gözümüze sokar: Tommy ile Rebecca sevişmeye başlarlar ve anlarız ki Rebecca bakiredir ve tam da istediği gibi, belki de bunun hayalini kurarak yani bakireliğini aşık olduğu adam tarafından kaybedildiği bir anlamda kazanıldığı sevişmeye kavuşmuştur. Oysa ne Rebecca ne Tommy için hayatın en doruk zevklerinden biri olan cinsel birleşme dahi tatmin edici, hayatın manasını cevap verdiren düzeyde değildir. Tommy artık böyle bir hayatı Rebecca ile yaşamayacağını anlar ve onu terkeder…
BİREY OLAMADAN AŞIK OLMAK
“İnsanlar nedense yaşananların değil de, hep geriye kalanların gerçek olduğuna inanmak isterler.
Yaşamı eksilerle tartma alışkanlığındandır bu.
Oysa bir zamanlar yaşananlar gerçek olduğu gibi, geriye kalanlar da gerçektir.
Bu gerçeklerin birbirlerine benzemiyor oluşu, birinin varlığını yalan yapmaya yetmez.
Bazı şeyleri yalan yapmaya hiç bir şeyin gücü yetmez.
Geçici olan şeyler niye gerçek olmasın ki
Ölümlü olduğumuz halde biz gerçek değil miyiz?
Bu nedenle aşk ölünce gerçekliği ortadan kalkmaz.
Yalnızca ölmüş olur bizler gibi.
Belki de kabul edemediğimiz geçiciliğin kendisidir. B
elki de bu yüzden Zaman’ı bunca dert ediyoruz.
Her şeyi zamanla tartıyoruz.
Yani geçici olanla.
Ölümün kalıcı olduğunu kim biliyor?”
/ Murathan Mungan
Sinemanın hiç şüphe yok ki hayatımızda varolanlar kadar, varolacaklar konusunda da rehber ve simülasyon özelliği taşıdığını söyleyebileceğimiz filmlerden biri olan Womb’da irdelenen ve yönetmen Fliegauf’un altını çizdiği ve şu an bir çoğumuza sıradışı gelen konu, aslında biyoetik anlamında klonlamaya bakış açımızı etkileyecek kadar önemli bir ilişki dinamiğini hikayeye döker. Yönetmenin oldukça duru, fotografik ve doğanın içinde, denizin kenarında yaşanan Rebecca ile Tommy’nin ilişkisi aslında sandığımız kadar uzak ufukları değil tam da sınırında olduğumuz bir konudaki görüşümüzü ciddi bir şekilde sınayacak ve daha önemlisi klonlama hakkında bir çok gönüllünün, bilim adamının veya kurumun görüşlerini halk olarak sınama bilinci aşılayabilecek güçte ilişki kesitini ele alır.
Rebecca için ilk aşk özelliği taşıyan çocukluk evresinde Murathan Mungan’ın da belirttiği gibi “İlk aşkların derin acısında hayattan habersiz olmanın da payı vardır.” Yönetmen bunun için Rebecca’nın Tommy ile geçirdiği deniz kenarı sohbetlerinin olduğu mekanı veya bisikletle yolculuklarını veya Tommy öldükten sonra Rebecca’nın tıpkı onun gibi denize çıplak girmeyi istemesindeki tekrarlarla geçmişteki anılarını tekrar yaşatmak isteyen bir profil çizmiştir. Bu aşk sayesinde ve nostaljinin doyurulması isteğiyle, kendini yineleyerek yenileme isteği buluşur. Tüm bunlar aslında bir çok aşk hikayesinde de bulunabilecek ve normal karşılanabilecek bir olgudur. Yönetmen bu sahnelere yer vererek, hem Rebecca’nın, aşkı için, niye biyolojik anne olmak istediğini, hem de niye klonladığının nedenselliğini filme doğrusal bir metodla yansıtmayı başarmış, asıl meseleyi, eğer klonunuzu doğuracak kadar yaşamak isterseniz, bu istek size mi aittir yoksa sizle aşkınıza mı? sorusunu da sordurabilmiş ve mevcut rutin olgulardan doğası gereği farklılaştırmıştır.
1997’de İskoçya’da koyunun somatik(bedensel) hücresinden klonlanan Dolly gibi farklı örneklerde klonların çocuklarının da olduğunu ve bir süre de olsa yaşadığını biliyoruz. 2000 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton’un taslağının tamamlandığını ilan ettiği, ancak 2003 yılında bittiği açıklanan İnsan Genomu projesine baktığımızda ise, proje bütçesinin %5’inin araştırmanın doğurabileceği etik, yasal ve sosyal konuların çözülmesine ayrıldığını görüyoruz.
100 binden fazla gen içeren ve 3 milyardan fazla harfi içerdiği belirtilen İnsan Genom’unun halen tam olarak çözüldüğü söylenemez. Genomun fonksiyonu, hangi dizilerin hangi proteince kodlandıkları, nasıl birliktelik arzettikleri ve kullanabilirlikleri de bir yandan anlam ifade etmemekte ve “ham” bilgi olduğu söylenmektedir. Dönemin ABD Başkanı Clinton’ın söylemlerine baktığımızda gelinen nokta, astronom, matematikçi ve fizikçi Galileo Galilei’nin buluşlarıyla eşit önem arz ediyor.
Bu süreçte, hayatımıza kök hücre tedavisi de girerken, hayvanların gerek tedavi amaçlı, gerek organ tarlası olarak adlandırabileceğimiz şekilde gerekse soyu tükenme tehlikesi olan veya tükenmiş olan hayvanların tekrar doğaya kazandırılması gibi amaçlar gösterilerek klonlama veya çekirdek transfer teknoloji veya embriyo klonlama denilen teknikler hayatımızda yer almaya başladı.
İnsan açısından gelinen bir başka güncel noktayı özetlemek adına, 27 Ağustos 2012 tarihli Hürriyet Gazetesi haberine göre ABD’de bir anneanne, kalp hastası kızı için taşıyıcı annelik yaparak kızının oğlunu dünyaya getirdi, yani bir anlamda torununu doğurmuş oldu. Diğer yandan 17 Eylül 2012 tarihli bir başka Hürriyet Gazetesi haberine göre ise kalıtsal hastalıkları olan bir ebeveynin ölümle sonuçlanma riski yüksek bebek için,- doğmadan bir karar verilerek- anne yumurtası ve babanın spermi, başka bir donörün yumurtasıyla birleştirerek doğumu gerçekleştirmenin yani doğacak çocuğun 3 ebeveynin genetik özelliklerini taşıyacak olmasının yasal ve etik olduğu görüşünü savunan kurumlar olduğu kadar tam tersi olduğunu savunan kurumlar da mevcut iken İngiliz hükümeti, konunun yasalaştırıp yaşalaştırmamayacağına karar vermek için konuyu kamuoyunun görüşüne sunarak 7 Aralık 2012 itibariyle bu araştırmayı sonlandırmayı planlıyor.
Koyun Dolly ile birlikte hayatımızda medya sayesinde daha da irdelenen ve biyoetik gündeminin üst sıralarında yer alan insan klonlama, ABD ve İngiltere gibi bir çok ülkede yasaklanmasına rağmen, gizli olarak yürüttüğünü söyleyen bilim adamları ve kurumlar da mevcut. İlk klon bebeğin doğduğu ama toplumdan saklandığına dair iddialar ise henüz kanıtlanmış değil.
İnsan klonlama ile ilgili tartışılan etik sorular ise film içerisinde Tommy’nin çevreci bir aktivist olarak sahip olduğu, insan onurunun içinde anlattığı konulara da temas ediyor. Rebecca ise aşık olduğu adamın karşı durduğu değerlere, onun karakterine varlığına ters olanı yapıyor, bir çift olarak değil tek başına karar alarak onu klonlamayı istiyor ve aslında görüşleri ve deneyimleriyle bir bütün olan Tommy’yi ne kadar var ediyor? sorusunu bizlere de sormuş oluyor.
Çoğumuz için ise birey ve toplum arasındaki düzeneğe baktığımızda, yönetmenin paradoksal bir biçimde hem günümüzde geçerliliği olan klonlamayı meşrulaştırmak için Aşk’ın gücünün yeterli bir neden olup olmadığı, hem de klonlamanın sonuçlarının hayatın bilinmez dinamikleri içerisinde ne kadar arzu edilenler gibi gerçekleşeceğine dair karanlık bir tablo da aydınlatılmayı bekliyor.
Yönetmen biyoetik tartışmalarında da bahsigeçen iki argümanı filminde, Rebecca ve sevdiği adamın annesi ile arasında geçen diyalogda kullanıyor. Anne, din öğretilerinden bağımsız bir ateist olarak hayatın verdiklerini ve aldıklarını kabul etmemiz gerektiğini savunan doğanın doğal gelişimini bir nevi eşeyli üremenin insanoğlunun idealini yansıttığını ve ecel kavramını öne sürerken. Rebecca ise hayatın o doğallığının içinde bir fırsat olarak klonlamanın yararının gözden kaçırılmaması gerektiğini öne sürüyor.
İnsan klonlamayı isteyen bir çok vatandaşın ve kurumun olması, bu sürecin getirdiği tehlikelerle beraber hayatımızda var olduğu anlamı taşırken, bir yandan da biyolojik olarak , klonlamanın gen havuzunu daraltması, genetik çeşitliliğin azalacağı, klonlanan çocuğun ebeveyn ve kimlik sorunu, klonlanan çocuğun aynı zamanda ebeveyn mi çocuk mu kardeş mi statüsünde değerlendirileceği ve veraset sistemindeki karşılığı, suç işlemesi halinde suç kopyanın mı, yoksa genetik kaynağın mı sorusu, klonlanan embriyonun kaçıncı günden sonra rahimde “birey” olarak kabul edileceği, Mozart, Einstein gibi kopyaların yapılma amacıyla Hitler gibi insanların da türetebilme ihtimali ve bunun ileride doğal yollarla dünyaya gelen insanlarda “yoksunluk” ve “eksiklik” hissi yaratabileceği gibi biyolojik ve sosyal olgular sık sık cevap aranan sorular olarak karşımıza çıkıyor.
Konunun arz-talep dengesinde yer alan ticari boyutuna baktığımızda, belli bir maddi bedeli ödeyerek klonlama ve klonlatılma sevdası bir çok insanda var olduğunu düşünmemiz yanlış olmaz. Bu açıdan irdelediğimizde kötü bilim ve iyi bilim ayrımını da ele almak gerekir. Biyoteknolojik ürünlere karşı olan Mae-Wan Ho şöyle diyor:
“Bilim kötüdür” demiyoruz. Ama insanlığa zarar verecek bir “kötü bilim” var olabilir. Bilim sık sık hata yapar. Nasıl ki, bilimin el üstünde tutulan seri zaferleri için bir tarih yazıyor, yaptığı hatalar için de bir tarih yazılabilir. Bilim, doğayı anlama ve doğayla uyum içinde yaşamı sağlamak için gerekli olan bilgiyi elde etme yolunda oluturulan bir kavramlar sistemidir. Böyle düünüldüğünde, kişi, doğanın anladığımız ve bildiğimiz kadarıyla uyum içinde yaşanabilecek bir bünye olduğuna inanıyorsa, bilimi bırakabilir. İnsanlığa hizmet eden iyi bilimle, insanlığa hizmet etmeyen kötü bilimi birbirinden ayırabilir. Bu açıdan bakıldığında bilim, başından beri etik değerlerle şekillendirilmiştir ve onlardan ayrılamaz. Bu nedenle, “nötr” yada etik değerlerden bağımsız olduğu iddiasını güden bilim, bilimsel kanıtları göz ardı eden bilim kadar kötüdür.”
Bir zamanlar tüp bebek uygulamasında olduğu gibi çok tartışılan, yadsınan ve zamanla normalleşebilen biyoteknolojik gelişmeler bir süre sonra klon insanlar için de geçerli olabilir. “Never Let Me Go” filminde olduğu gibi , yedek organ parçası olarak klonlar belirli bir yaşa kadar yaşatılabilir ve sonra lağvedebilir ve aynı Tommy örneğinde olduğu gibi, hayatını bu kimlikle devam ettirmeye mecbur bırakılabilir. Semavi dinler itibariyle “Tanrı’nın işine karışmak” olarak fetvalar verilen klonlama işlemi, belki de bir süre sonra yine bu dinin önde gelen bazı fikir liderleri tarafından “Tanrı’nın mucizesi” olarak ele alınabilir, yine kitlesel medya iletişim yöntemleri, sinema, roman, devlet teşvikleri, rant kulisleri, kamuoyu yoklamaları, kitap veya halkla ilişkiler kampanyaları neticesinde yine “normalleştirebileceğimiz” bir hal alabilir. Klonlardan oluşan devlet ve dini liderler görebilir, rekor üstüne rekor kıracak sporcuların başarılarını içten ve uyuşmuş bir şekilde alkışlayabileceğimiz bir durum pekala oluşabilir ve faydacılık felsefi akımı içerisinde meşrulaştırılabilir ki bu psikolojik eşiğin 2040 yılında aşılacağını belirtenler bile mevcut. Keza relativistler açısından baktığımızda da konunun etik boyutu görecelidir ve çağdan çağa toplumdan topluma hatta aynı tolum içinde bireylerden bireylere kadar farklılaşabilir.
ANOMİLEŞEN KLON AŞK VE BİREY SORUNU
“Bazı aşklar kendi şiddetine dayanamaz, kendinin altında kalır.”
/ Murathan Mungan
Klonlanan kişinin varlığına döndüğümüzde ise ki filmde Tommy örneğinde olduğu gibi, genetik kaynak konumundaki Tommy’nin hiç istemediği ama genetiği isteği dışında taşınarak klonlanan Tommy’lerin hangi zaman diliminde var edildiğine göre yaşatılacak ve normal karşılanacak ötekileştirilme problemini göreceli düzeyde irdelemek gerekecektir.
Rebecca’nın “bir kendini kurtarma projesi “olarak da algılanabilecek bu karar, aşk acısını ve aşk için yaşatılması gerektiği düşünen bireyin onurunu ve ruhunun geçtiği yolları bütün olarak kabul etmeyen bir “neden” ile ne kadar meşrudur? Ve hal böyle iken Rebecca’nın aşk dediği şeyi kutsallaştırabilir miyiz ve daha önemlisi aşk böyle davranacak kadar deliliğin tam kendisi midir?
Spinoza, özgür irade yanılgısının eylemlerimizin bilincinde olup da bizi harekete geçiren nedenleri bilmemizden kaynakları söyler. Rebecca için ise bu aşktaki tatminsizlik ve yastan kaynaklanan yoksunluktur ve belki de bunu geri getirme çabasıdır.
Bazı görüşlere göre gelecekte, bazı görüşlere göre ise geçmişte yaşanmışlıkları da dikkate alacak şekilde, gen ahlakını da insanın kendi içindeki değerleriyle özerk olduğunu, insanın bir onurunun olması ve birey olarak bedeninden fazlasına sahip olan kaygıları, görüşleri ve saygınlığı olduğu, insanın araç değil amaç olarak dokunulmazlığı ve kendi rızasının herşeyden üstün tutulması gerektiği, Levinas’ın da belirttiği gibi incinebilir, kırılabilir ve kendi hayatını kurma isteğinin olduğu, manası olan, idealleri, hüneri, taraf olduğu ve olmadığıyla bir bütün olduğu anlamıyla değerlendirmek günümüzde biyoetik alanında çalışanların dikkat çektiği değerlerdir ve etik literatürden beslenirler.
Rebecca için klonlama isteği, elbette aşkıyla yaşayamadığı şeylere duyduğu özlemi bastırmak ve tekrar yaşayabilme hazzıdır. Bu açıdan hazzın “iyi” olduğu görüşüne uyan bir davranış olarak yorumlanabilir ve hayatın en üst düzeydeki gerçekliğinin haz olduğu görüşüyle klon Tommy ile yaşayacağı hazlar meşru mudur sorusunu sorar. Bu soruya cevaben yüzyıllar öncesine döndüğümüzde Epikur’ün hazcılık ile iyi ve kötü ilişkisinde, mutlak hazzın kutsallaştırılması hatasını şöyle anlatır:
“Hazzın bizim için hayatın en üstün amacı olduğunu söylemekle ne sadece her şeyin tadını çıkarmak isteyen sefihlerin zevklerini ne de maddi hazları söylemek istiyorum. Bunu yalnız, doktrinimizi anlamayan bilgisiz insanlar ya da kötülük olsun diye anlamaz görünenler söylerler.”
Buna mukabil Platon ise hazzın bireysel yanı yerine, toplumsal mutluluğu hazzın önüne alır, bilgiye dayalı erdemin mutlu kıldığı bir toplumu yüceltir. Stoacılığın kurucusu Zenon ise insanın ahlaki özgürlüğüne, töreleri , her türlü uygarlık düzenini sert bir şekilde reddetmekle değil de, yüksek çeşitten bir doğallıkla gerçek bir insanlıkla ulaşılabileceğini belirtir.
Bu durumda Rebecca’nın Tommy’den habersiz ve onun isteği dışında klonlanması ahlak öğretilerinden daha farklı olan ve mevzubahis anlam olarak biyoetikte de yer alan etik kavramıyla irdelenme gereğini ortaya koyar. Birey olarak öne sürülen haz, toplumsal olarak da faydalı mıdır ve kitlesel hazzın ve gelişimin doğallıkla bir parçası olabilecek midir? Konu bu anlamda etik ile ahlakın ayrıştırılması gerektiğini ortaya koyar. Etik , Ortaçağ’ı oluşturan ahlak anlayışı ile etiğin aynı çerçevede değerlendirme sapmasına sebep olan “bilimselci” anlayışının ayrıştırılması dışında Nietzsche’nin de eleştirdiği “ahlaklılık” ın aklın kıskacında insanı körlüğe sürükleyebileceği önermesi ihtiyacını da gündeme sokar. Nietzsche bunu şöyle irdeler:
“Bir tek eylem, kendi başına bir eylem, ne ahlaklı, ne de ahlaksızdır, onun anlamı ve değeri, onu yapan insanın bütünlüğüyle, öz yapısıyla ilgilidir, ancak onu yapan insan bütünlüğüyle göz önünde bulundurulduğunda, anlaşılabilir ve değerlendirilebilir, anlamı ve değeri kavranabilir.”
Takiyettin Mengüşoğlu da Rebecca’nın sevgilisi yerine koymak istediği klon Tommy için de çocuğu Tommy için de düşünmesi gereken “birey” in geleceğini ve kimliği irdelememesini eleştiren bir bakış açısına sahiptir, kuşkusuz burada Rebecca için aşk dediği şeyin yarattığı körlük akılcılık kisvesi altında kendini göstermektedir:
“(…) ethiğin tetkik sahası, insanın hareket ve faaliyetleri, bu hareket ve faaliyetlerin temelini teşkil eden prensipler(kıymetler)dir. Fakat günlük hayat ethiğinin tetkik sahasına ahlak adını verir; ama günlük hayatta ahlak hakkında dönüp dolaşan düşünceler, görüşler hiç de açık değildirdiler; üstelik çok manalıdırlar da;(…)
(…) günlük hayatta ahlak tabirinden herkes her çevre çitli şeyler anar; ve hatta şahıstan şahısa, çevreden çevreye değişir, meslea, ticaret sahasında bir ticaret ahlakından bahsedilir; fakat bu tabirden her memlekette başka şeyler anlaşılır;
(…) Öyle çevreler vardır ki, oralarda alkol kullanmak bir ahlaksızlık sayıldığı halde, kilo ise sattığı şeyi eksik tartmak bir ahlaksızlık değildir, çünkü bu hareket kimseye gösterilmeden yapılıyor; alkol de kimseye gösterilmeden içilir ve hi kimse bunun farkında olmazsa, böyle bir kimse de ahlaklı bir insan olarak kabul edilir. Çünkü bu gibi durumlarda görünüş mühimdir; insanın kendi kendisine karşı olan sorumluluğu unutuluyor. Halbuki ethik bakımdan kıymetli olan bu sonuncusudur.”
Peki klon Tommy hangi ahlaki ve etik koşullar içerisinde varlığını anlayabilir ve anlatabilir. Rebecca’nın sevdiği Tommy’den farklı olduğunu film boyunca ona sahip olamayarak, Rebecca’yı deneyimleri içerisinde anne olarak görmesi ve benimsemesi genetik özellikleri tıpatıp aynı olan ama deneyimleri farklı olan klon Tommy için biçilen hayatı John Locke’un görüşlerine yaklaşılmak istenircesine anlatılmıştır. Locke, çocuğun donanımlarına doğumla değil deneyimle sahip olduğunu belirtir. Freud da kalıtımla geçen özellikleri daha az önemsemiş, bir kişinin doğumdan gelen insani özellikleriyle birey olma arasında farklı anlamlar ifade ettiğini belirtmiştir. Freud’a göre, nevrotik, kötü, saldırgan yada mutsuz çocukların olumsuz bir aile çevresinden, mutlu ve sağlıklı olanların da aynı biçimde mutlu bir anne-babadan etkilendikleri sonucu söz konusudur. Bu açıdan hem çocukluğunda aşık olan Tommy’nin deneyimlediği Rebecca ile klon Tommy’nin anne olarak deneyimlediği Rebecca farklıdır. Klon Tommy, klon olduğundan habersiz çevresel koşullardan etkilenerek klonlamayı reddetmektedir, tıpkı genetik özelliklerini aldığı Tommy gibi. Bu açıdan yönetmenin klonlama ile beraber gelen bu süreçte davranışsal psikoloji ile evrimsel psikolojinin paradoksal bir katman yarattığı Tommy ile Rebecca ilişkisini de ortaya koyduğunu söylemek gerekir.
Klon Tommy, kendisinin klon olduğundan habersiz klonları ötekileştirirken, birden kendini o eleştirdiği “öteki” konumunda bulduğu travma ve bunun sebebi mümessili Rebecca ile öğrendiği andan itibaren yaşanan tramvanın vardığı yer, anne rahmi olarak kutsallaştırılan rahim ile kadının zevk ve üreme organı olan rahim arasındaki içiçe geçmişliğin yaşanması ise klon Tommy’nin her iki açıdan da vardığı yerin sığınmanın Rahim’de bitmesi açısından, bu karmaşayı anlatmak adına yine manidardır.
Yönetmenin burada klon Tommy ‘nin hem klon olarak ötekileşme travması, hem babasız büyütülen ve bir anlamda babasının da kendisi olduğu karmaşası hem de anne dediği kişinin “kadın” olarak da arzu nesnesi yapabileceği gerçeği ,Lacan’ın bilinçdışı kuramına da bir gönderme niteliği de aynı anlar içerisinde klon Tommy tarafından deneyimlenir: Parçalanmış beden, imgesel (ayna evresi olarak adlandırılan bu evre Freud’un narsisizm dönemine denk düşer) “simgesel(oidipal evre) ve gerçek aşamaları. Ayna süreciyle ötekilik hissi önem kazanır, çünkü bir başka gözün onayına ihtiyaç duyar ve bu Tommy için toplum değildir ancak Rebecca onu onayladığını belirtir. Kendine, bir an için, kendini kavramasında başka bir boyutu açar. Oidipal evre ise simgesel olarak iki aşık çift olduklarına dair roldür. Bu açıdan babayı içine alan kültürel aile düzeninde ensest yasağını tanıma da doğarken yıkılacak ve kültürel kimlik itibariyle içgüdüleriyle cinsel kimliğini kazanan ve biyolojik gereksinimleri itibariyle anne ile ilişkide dolayımsız tatmin arayan Tommy, bir simgesel yasak olan anne ile cinsel ilişki yasağı da çiğneyerek bir başka boyutu da o an içerisinde deneyimler.
Ve nihai olarak bu karmaşaların ardından kendi gerçeğini kavrayan Tommy, aşkı yoksunlaşmış Rebecca’nın bir öteki olarak arzusunun nesnesi olmaktan kendini men edecek ve kendi birey olma yolculuğunun, kendi deneyimlerinin, var olduğu son gerçekliğin kurallarına ve göreceli ahlaki ve değişime uğramış bağlılıklarının açtıklarına göre kapısını aralayacaktır. Victor Hugo’nun da belirttiği gibi “aşk uğruna hayatımı verebilirim, hürriyet uğruna ise aşkımı feda edebilirim” diyecek kadar özgürlüğe yolculuk, bir “birey” için kaçınılmazdır. Rebecca’nın da ilk baştan beri ahlak dışında, etik koşutlar içerisinde, hesap edemediği de bu kadar fedakarlıkları yapsa ve aşkını kanıtladığını düşünse bile , özgürlük hissinin yanında tüm bunların harcanabilecek kadar değersizleşmesidir. Klon bebekler için de sorgulanması gereken ilk şey, onların biyoetik çerçevesindeki böyle belirsizlikleri olan toplumlarda, bireylerde, devletlerde, ailelerde ve kurumlarda var ederek, başta özgürlüklerine ne kadar müdahale etme hakkımız olduğu gerçeğinden başka bir şey değildir… Son sözü de tam da bu süreçteki bataklığın derinliğini anlatması adına Murathan Mungan’a bırakacak olursak, Rebecca gibi klonlamayı düşünen hele ki o “neden” bir kısmımızın adını duyduğunda zaaf gösterip tolere etme ihtimali olan “Aşk” adına yapabileceklerini söyleyen kişiler için gerekli cevaplardan birini de yine yakalayabiliriz:
“Kendine çağıran kuş ötüşleri gibi karşıdakini aşka çağırmanın yolları da herkese göre değişir. Kimileri mutsuzluğunu, kimileri yalnızlığını, bugüne dek kimsecikler tarafından anlaşılmamış olduğunu sergileyerek etkilemeye çalışır karşılarına çıkanı. Kalplerinin üzerine dilenci mendili sermişlerdir. :Kurtarıcı melekler, kol-kanat gericiler, geniş pelerinliler, anaç tavuklar, yara sarıcılar koştura koştura uyar bu çağrıya. Sonunu söylememe gerek var mı?
Ancak özgür ruhlu insanlar bir “aşk ahlakına” sahip olurlar; diğerleriyse yalnızca “strateji” geliştirir, oyun kurar, hamle hesaplarlar. böyle bir oyunda kaybetmenin de kazanmanın da bir önemi yoktur aslında; onlar var sanırlar. Çoğunlukta oldukları için haklıdır sanılırlar.”
—- Bu yazı, aynı zamanda, günümüzdeki biyoteknolojik gelişmeler göz önüne alındığında,, herhangi bir nedenden dolayı ölümümden sonra, herhangi bir nedenden dolayı klonlanma işlemine tabi tutulmak istemediğime dair beyanımdır…—-
Cok guzel bir yazi olmus, fakat bu durumda asil karmasa filmin ilk sahnesi aslinda sonu olan tommy nin giderken rebeccayi hamile birakmasidir, filmin psikolojisi daha da derin bir hal aliyor.,