“Ay, bu ne çılgınlık!
Seninle ne yatak paylaşmak istiyorum
ne sofra
ve bütün gün, her dakika
yanında olmayı özlüyorum
sürüklüyorsun beni,
gidiyorum,
dönmemi söylediğinde de
uçarak seni izliyorum,
havada bir tutam ot gibi.
Terk ettim sert bir erkeği
ve bütün sülalesini
düğünün tam ortasında,
tacımı taktıktan sonra.
Cezasını sen çekeceksin,
ben istemiyorum çekmeni.
bırak beni! Kaç, kurtul!
Kimse engellemiyor seni!”
/ Federico Garcia Lorca – Kanlı Düğün’nden
Hakkında en çok kitap yazılan ve inceleme yayımlanan İspanyol oyun yazarı ve halk şairi özelliğine de sahip Federico Garcia Lorca’nın 1932’de yazdığı ve “Köy Trajedileri” üçlemesinin ilki olma özelliği taşıyan ve orjinal adı “Bodas de Sangre”(Blood Wedding) olan “Kanlı Düğün”, 2004 yılında hayatını kaybeden ve flamenko deyince akla ilk gelen isimlerden biri olan dansçı ve koreograf Antonio Gades tarafından 1974 yılında ilk kez baleye uyarlanmıştı. İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın İspanyol kültürüne, dansa, flamenkoya olan tutkusu “Kanlı Düğün” ü ve flamenkoyu daha da bilinir kılarken, dans performansı olarak da Dünyanın bir çok yerinde sahnelendi. 5 Mart 2011 akşamı ise Gades’in ismini yaşatan Gades Topluluğu tarafından, artık Lorca’nın, Gades’in ve Saura’nın “Kanlı Düğün”ü de diyebileceğimiz 6 bölümden oluşan bu eser, Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘nda tekrar hayat buldu. Gösterinin ikinci bölümünde ise yine Gades Topluluğu’nun koreograflığında “geleneksel flamenko”’nun özelliklerini neredeyse Antonio Gades ismiyle anılan Farruca formuyla, 8 bölümden oluşarak sunulan yanık ağıtlar, agresif ve tutkulu bakışlar ve sert topuk sesleriyle katışan alkışların mest ettiği dans gösterisiyle tamamlandı.
İspanya kültürü için resim sanatı konusunda Salvador Dali nasıl büyük bir basamak ise şiir konusunda Federico García Lorca için aynı yeri hakettiğini söyleyebiliriz.Şairliği dışında ressam ve piyanist olan Lorca’nın, Endülüs köylerinden New York’a, Bounes Aires’e ve tekrar Madrid’e, ve nihai olarak İspanyol iç savaşında sağcı falanjistler tarafından kurşunlanarak öldürüldüğü Granada’ya varan yaşam yolculuğunda bir çok şiir, düşünce, temsil sığdırma başarısı göstermiştir. Arjantin’de Pablo Neruda ile de yolları kesişen, sıkı arkadaşı olan Neruda’nın kendisinden oldukça etkilendiği ve kendisi için yazdığı şiiri bir çok şiir meraklısı ve tarihçi tarafından bilinmektedir. Lorca için şöyle diyordu Neruda :
“ne mükemmel bir şair! ondaki kadar yürekliliğe ve dehaya, heyecanlı bir kalp ve duru bir sese bir daha hiç rastlamadım. Federico Garcia Lorca, eli açık bir sihirbazdı, bir neşe kaynağı idi. içinde taşıdığı yaşama sevinci ile bir yıldız gibi parladı. saf ve komik, başarılı müzisyen, mükemmel bir pandomimci, çekingen ve batıl inançlı, pırıl pırıl ve iyi yürekli. lorca’da ispanya’nın bir çağını yaşamak mümkündü. halkçı gelişme çağını. gelip geçmiş o ispanya’yı aydınlatan biri. güzel kokular saçan bir yasemin demeti.”
Kimi zaman ağustos böceklerinin, Ay’ın, karıncaların, gitarın, dansın dünyasından seslenen ve orada yaşamayı daha çok seven Lorca’nın, aynı zamanda İspanyol halk kültürüne hakimiyeti sayesinde, onu geliştirmeye karşı savaşında başkaldırı unsurlarını da eserlerinde yansıtan bir şair olması zıt bir durum teşkil etmemektedir. İyiyi, güzelliği, sevgiyi, tutkuyu ve doğayı boş bir melankoli ile değil, araştırarak, gözlemleyerek ulaşılabileceğini savunan Lorca’nın Neruda’nın dediği gibi İspanya’nın bir yüzyılı ile anılması şaşırtıcı olmamalı.
Gül, Lorca için sevgi, güzellik ve aydınlığın simgesi olarak sembolize edilirken, Endülüs kökenli olmasının da etkisiyle acı, aşk ve ölüm temasıyla yoğun ilgilidir ve bu temaları ağıtlarına, sonelerine, baladlarına, kasidelerine yansıtmıştır. Bu açıdan New York yolculuğunda caz müziğiyle ilgilenmesini doğal bulmak gerekir.
Lorca’nın kaleminden çıkan ve Türkçesi ilk defa İş Bankası Yayınları tarafından 2006 yılında Roza Hermen çevirisiyle yayımlanan “Kanlı Düğün” ise, Yerma ve Bernarda Alba’nın Evi ile birlikte “Köy Trajedileri” üçlemesinin ilki olduğu gibi, oyunu sinemaya uyarlayan ve sinema tarihinde mutlaka izlenmesi gereken bu filmin yönetmeni olan Carlos Saura’nın da “Carmen” ve “El Amor burjo” ile tamamladığı “Flamenko üçlemesi” nin ilki olma özelliğini taşıyor. Saura’nın Flamenko tutkusu, ona aynı adlı bir belgeseli yapmasına da olanak vermişti.
“Kanlı Düğün” , Lorca’nın eserinde, Türk kültüründe de benzer örneklerini gördüğümüz şekilde kan davalı iki aile arasında , husumeti bitirecek gibi gözüken bir evlenme düğünün, birden aldatmaya ve gelinin yasak ilişkide olduğu eski nişanlısı ve aynı zamanda başka bir kadınla evli ve ondan çocuğu olan Leonardo ile düğünü terkedip kaçmasını konu alan trajik ve şiirsel bir hikayeye sahip. Üç perdelik oyunun kahramanları anne, gelin, kayınvalide, Leonardo, Leonardo’nun karısı, hizmetçi, komşu kadın, damat, gelinin babası, oduncular, delikanlılar ve genç kız karakteriyle oluşurken, Lorca’nın edebi olarak sık başvurduğu cansız nesneleri insanlaştırmasının bu eserdeki karşılığı olan Ay ve sürreal sembolizmalarından ölümü temsil eden Dilenci Kadın , oyundaki diğer roller.
İlk perdenin ilk sahnesi başından itibaren, bir silah olarak sustalı’nın adı sık sık geçerken, Anne’nin sustalıdan yana derdine ilk başta anlam veremezken, daha sonra kocasının ve oğullarının ölümünde kullanılan silahın sustalı olduğunu öğreniriz. Anne ile oğlu arasında, evlilik hazırlıkları üzerine geçen ve aile geçmişinin de sorgulandığı sohbette, annenin ölen kocasının ve oğlunun mezarını bırakmak istemeyişi, gelinin kim olduğunun sorgulanışı, eski nişanlısının adının Leonardo olduğunun anlatılması ve ailenin, oğulun tarlada çalışması ve kadının bir çok çocuk yapması ve evi temizlemesi gibi görevlerinin beklenildiği şekilde karakterize edilen tanımlamalar konu alınır. İkinci sahne, Leonardo’nun kayınvalidesinin kucağında çocuğu ninni söyleyerek uyutması ve Leonardo’nun karısının karşısında tığ işlemesiyle başlar. Lorca’nın şiirsel yeteneğinin konuştuğu bu ninni ve bölümde, Leonardo’nun Gelin ile yasak buluşmasının gizli saklı gerçekleştiğini, karısına yalan söylediği sohbetlerden anlarız. Leonardo’nun karısı ile Gelin’in de amca çocukları olduğunu öğrendiğimiz bu bölümde Damat ile Gelin’in düğün haberinin geldiği ve kendilerinin de katılması gerektiği Leonardo’ya bildirilir. Karısı, amcasının kızı Gelin’i överken, Leonardo eski nişanlısı hakkında karısına tehlikeli biri olduğundan bahseder. Üçüncü sahne ise Damat’ın , annesinin ve gelinin babasının düğünden dolayı yapılan hazırlıklar ve gelinden dolayı memnuniyeti anlattığı bölümdür.
İkinci perde, gelinin bol dantelli, nakışlı beyaz bir jüpon ve kolsuz, beyaz bir bluzla göründüğü bir Hizmetçi ile düğün hakkında sohbet ettiği sofada başlar. Gelin, eski nişanlısı Leonardo’ya olan tutkusu ve aşkı nedeniyle gergindir. Düğün başlayacaktır ancak Leonardo, karısını geride bırakarak, Gelin’i ziyaret eder. Aralarındaki geçmişleri nedeniyle aşklarının bitmesine göz yumup yummayacaklarını belirleyen bu düğün, birbirleriyle kavga etmelerine neden olur. Hizmetçi’nin de şahit olduğu bu kavga, aslında Leonardo’nun bu düğünü içine sindirememesidir. Gelin’de içte bu evliliği istememekte, bir yandan Leonardo’dan kurtulup, onu unutmasına sebep verecek bu evliliği isterken, bir yandan da Leonardo’ya tutku ve şehvetle bağlıdır. O sırada düğün için davetliler gelmeye başlamış ve “Uyansın gelin, düğün günüdür bugün” sesleri düğün alayından yükselmektedir. Gelin görünür, etekleri kabarık, portakal çiçeklerinden tacı, alnına düşen perçemiyle, gitar seslerinin arasından genç kızların arasına karışır. Ardından Damat gelir, Leonardo ve karısı çifti tebrik eder, onları taçlandırır. Gelin, Damat’a onunla bir an önce evlenmek, onla başbaşa ve sessizce kalmak istediğini söyler. Gitar, kastanyer ve tef sesleri arasında evden çıkarlar. Anne, Leonardo’dan ve ailesinden kan davaları nedeniyle nefret etmektedir. Gelin’in babası bugünün Düğün olduğunu ve bağışlaması gerektiğini söylemektedir. Ancak anne, bağışlamayacağını ancak susabileceğini söyler. Anne için tek umut, çokça istediği kız ve erkek torunlarının bu acıdan kendisini uzaklaştırmasıdır. Anne bu bölümde oğlunu nasıl kaybettiği anlatır:
“GELİNİN BABASI: Keşke hemen bir günde olabilseydi. Art arda iki üç oğulları olsaydı.
ANNE: Öyle olmaz ki. Çok vakit alır. İşte onun için de evladının kanını yerde görmek feci bir şeydir. Bir dakikacık akan bir pınar gibi; bizim yıllarımıza mal olmuştur oysa. Ben oğlumun yanına vardığımda sokağın ortasına devrilmişti. Ellerimi kanına daldırıp sonra da yaladım. Çünkü o benim kanımdı. Bunun ne demek olduğunu bilemezsin. O kanla sulanan toprağı billurdan, topazdan bir mahfazada saklamak isterdim.”
İçkilerle ve dans ile düğün kalabalığın arasında gerçekleşirken, Leonardo ve Gelin ansızın kaybolurlar. Leonardo’nun karısının farkına varmasıyla, atla kaçtıkları ortaya çıkar. Damat da bir kaç delikanlı ile birlikte ardından atla peşlerine koyulur.
Üçüncü perde, iki kemanın sesi ve oduncuların kaçak gelin ve Leonardo hakkında “gün ışığına çıkan kanı toprak emer” veya “kansız kalıp ölmek, kanı kuruyarak yaşamaktan iyidir” gibi anlamlı sözleriyle başlarken, Ay, yüzü bembeyaz genç bir oduncu olarak tasvir edilerek, kaçakların sonunu arzuladığını anlatır:
“Ben nehirde tombul kuğu,
katedrallerde gözpencere,
yapraklarda sahte şafağım;
kaçamazlar,kurtulamazlar!
Kim o saklanan? Kim hıçkıran
vadinin çalılıklarında?
Ay bir bıçak bırakır
havada asılı duran,
kendi kurşundan pusudur,
arzusu kanayan yaradır.
Bırakın gideyim! Buz tuttum,
duvarlarda,camlarda dondum!
Damları, bağrınızı açın,
içeri girip ısınayım!
Üşüyorum! Ürperiyorum,
uykulu madenden küllerim
ateşten bir sorguç arıyor,
tepeler,sokaklar aşıyor.
Ama kar götürüyor beni
bindirip mermerden sırtına,
boğuluyorum göllerin o
kaskatı, buz gibi suyunda.
Fakat bu gece yanaklarım
kandan kıpkırmızı olacak,
rüzgarın iri adımları
kızıl sazları sallayacak.
Ne bir delik, ne gölge kalsın
hiçbir yere kaçamasınlar!
Girip bir insanın bağrına
ısınmak istiyorum orada
Bir kalp, bir yürek lazım bana!
Sıcacık kan aksın, yayılsın
göğsümün soğuk dallarına;
içeri gireyim bırakın!(Ağaç dallarına)
Gölge istemem. Huzmelerim
her deliğe nüfuz etmeli,
kara ağaç gövdelerini
aydınlıklarla bezemeli
çünkü bu gece yanaklarım
tatlı,ılık kanla dolmalı
rüzgarın iri adımları
kızıl sazları sallamalı.
Kim o saklanan? Çık dışarı!
Kaçamazlar, kurtulamazlar!
At parlayacak altlarında
ışıl ışıl pırlantalarla.”
Ay, ağaç gövdelerin arasından kaybolurken, koyu yeşil giysiler içinde yaşlı dilenci kadın “ölüm” le sembolize edilir. Dilenci kadın, Damat’a kaçakların nereye gittiğini bildiğini söyleyerek, kanlı çarpışmanın bir an önce olmasını istemektedir. Leonardo ve Gelin ise bu sırada takip edildiklerin farkında at koşturmaktadır. Gelin pişmandır, ancak Leonardo, atı onun hazırladığını, mahmuzları onun taktığını hatırlatır. Gelin kafası karışık çelişkiler ve ağlamaklı bir halde Leonardo’ya olan şiddetli ve takıntılı düşkünlüğünü dile getirir. Bu sahne, çiftin aralarındaki en tutku dolu an olması dışında, eserin de en trajik tiradlarının atıldığı sahnedir:
“ GELİN:
İşte bunlar,
sana ait bu ellerdi,
oysa seni görünce istedikleri,
o mavi damarlarını koparmaktı,
kanının mırıltısını susturmaktı.
Seviyorum! Seviyorum seni!
Çekil!
Seni öldürebilseydim,
kefenini çepeçevre menekşelerle süslerdim.
Ah, bir ateş, bir ağıt kemiriyor beynimi!
LEONARDO:
dilime camlar batıyor sanki!
Ben unutmak istemiştim
ve taştan bir duvar dikmiştim,
ayırmıştım evlerimizi.
Evet, hatırlamıyor musun?
Seni uzaktan görünce,
kum atardım gözlerime.
Ama ata bindiğimde
at senin kapına giderdi.
Gümüş iğneler,
kararttı kanımı,
uyku doldurdu etimi,
azgın, yabani otlarla.
Suç bende değil,
suç bu topraklarda
ve senin göğsünden,
saçından yayılan kokuda.
GELİN:
Ay, bu ne çılgınlık!
Seninle ne yatak paylaşmak istiyorum
ne sofra
ve bütün gün, her dakika
yanında olmayı özlüyorum
sürüklüyorsun beni,
gidiyorum,
dönmemi söylediğinde de
uçarak seni izliyorum
havada bir tutam ot gibi.
Terk ettim sert bir erkeği
ve bütün sülalesini
düğünün tam ortasında,
tacımı taktıktan sonra.
Cezasını sen çekeceksin,
ben istemiyorum çekmeni.
bırak beni! Kaç, kurtul!
Kimse engellemiyor seni!
LEONARDO:
Sabah kuşları
yırtınıyor ağaçlarda.
Gece can çekişiyor
taşların kenarında
Gel karanlık köşeye gidelim,
seni sonsuza dek seveyim
ne insanlar umurumda benim,
ne de kustukları zehir.”
İkinci sahnede ise, aynı kadını seven iki erkeğin çarpışıp birbirlerini öldürdüğü Dilenci Kadın tarafından anlatılır. Anne, yine oğlunu kaybetmenin yasını tutmaktadır. Gelin ise kurtulmuş ve geri dönmüştür. Anne ondan hesap sorduğunda ise Gelin’in cevabı çarpıcıdır:
“Ben öbürüyle gittim, evet gittim! sen olsan sen de giderdin. Ben kavrulmuş bir kadındım, içim dışım yaralarla doluydu, oğlunsa bana evlatlar, toprak ve sağlık vereceğini umduğum azıcık suydu; ama öbürü karanlık bir ırmaktı, üstü dallarla kaplıydı, sazlarının hışırtısını, şarkısının mırıltısını getirirdi bana. Ben senin oğlunla, soğuk sudan bir oğlan çocuğuna benzeyen oğlunla koşardım; öbürü bana yüzlerce kuş gönderir, yürümemi engellerdi; kuşlar bu zavallı kurumuş kadının, alevlerin yaladığı kızın yaralarına buzlar koyarlardı. Ben istemiyorum; iyi dinle beni! Ben istemiyordum. Benim istediğim senin oğlundu; ben onu aldatmadım, ama öbürünün bileği, denizdeki dev bir dalga gibi, bir katırın çiftesi gibi sürükledi beni ve daima sürükleyecekti, daima, daima, yaşlansam da, oğlunun bütün evlatları saçımdan yakalayıp çekseler de sürükleyecekti.”
Gelin’in bu cevabı, Kanlı Düğün’ün olmasına, Leonardo’nun Karısı, Gelin ve Anne , hepsi erkeklerinin kaybetmelerine, ağlamalarına, ağıtlar yakmalarına neden olacak çıkmazı anlatıyordu.
Bu denli yoğun, trajik ve aşkın ve yasın hissedildiği duygularla yazılan eserin,dansın içinde yer alan Antonio Gades’in Carlos Saura’nın filmindeki Leonardo rolüyle de izlenmesi gereken bir başka boyut kazanıyor.Gades’i daha iyi anlamak için hem Carlos Saura’nın Flamenko üçlüsünün üçünde de rol alan, 1983 yapımı Carmen ve 1986 yapımı El amor brujo’nun da Gades’i neden flamenkoyla anılan en önemli isim yaptığını anlatan dans zekasını olduğunu gösterir cinsten.
Keza, Cemal Reşit Rey’de Kanlı Düğün böyle izlenirken gösterinin ikinci bölümü olan ve Gades’in öğrencilerinin 55 dakika boyunca inanılmaz performans gösterdiği “Suite Flamenca” ise 8 ayrı flamenko gösterisinden oluşuyor. Gades’in koreografiliğiyle hayat bulan “Suite Flamenca”, çağdaş dansın içinde başyapıt olarak anılan eserlerden biri aynı zamanda. Radio Tarifa ses çizgisine benzer ağıt, isyan,flamenko gitar, dansçıların tempolu alkışları, kadınların kimi zaman siyah ve kırmızı etekleri kimi zaman, gökkuşağından renkler serpiştirilmiş beyaz etekleriyle, konser salonunu dolduran seyircinin ayakta alkışladığı bir sonla noktalanıyor ki, ekibin bu noktadaki sahneden ayrılış için seçtiği veda gösterisi gerçekten sıradışı olarak nitelemek gerekir. Topluluğun bu gösterisini beğendiyseniz özellikle Sevilla’da veya Granada’da “Carmen” gösterisini izlemeniz ayrı bir tad bırakacaktır.
Türk okurların şiirlerini, çevirilerini yapan Sait Maden sayesinde tanıdığı Federico Garcia Lorca’yı daha yakından tanımak isterseniz, aşağıdaki Pablo Neruda’nın yazdığı ve Türkçe’ye çevirisini Enver Gökçe’nin yaptığı şiiri okumanızı tavsiye ederim:
“Federico Garcia Lorca’ya Yanık Şiir
Issız bir evde, korkudan ağlayabilseydim;
gözlerimi çıkarabilsem de, yiyebilseydim; senin sesin için yapardım bunları,
yaşlı portakal ağacı sesin;
senin şiirin için yapardım bunları,
çığlık çığlığa fışkıran şiirin.
baksana,
maviye boyuyorlar hastaneleri,
senin için;
kıyıdaki kenar mahalleleri
ve okullar,
senin için büyüyorlar;
tüy salıyorlar,
yaralı melekler;
pullar örtünüyor,
düğün balıkları;
deniz kestaneleri,
göğe uçuyorlar;
siyah tülleriyle terzi dükkanları:
kanla doluyorlar, kaşıklarla,
senin için;
ve,
yutuyorlar,
yırtılmış kurdeleleri;
öz canlarına kıyıyorlar,
öpüşe öpüşe;
ve ak sadeler giyiniyorlar.
bir şeftali ağacı
giyinip de,
kuş gibi seğirtirken sen;
kasırga gibi fırıl fırıl,
bir pirinç gülüşüyle gülerken;
türküler çağırdığında;
allak bullak ederken,
atardamarlarını,
dişlerini, gırtlağını,
parmaklarını;
vay ne şirindin,
kahrolurdum ben
kahrolurdum ben
kızıl göller için:
güz ortasında bir şahbaz at
ve kana belenmiş bir tanrıyla,
beraber yaşadığın.
kahrolurdum ben,
mezarlıklar için:
gece, sesi kısılmış
çanlar arasından,
suyla, mezarlarla küllenmiş
nehirler gibi geçen;
nehirler:
hasta asker koğuşları sanki,
tıklım tıklım dolu;
ve matem yağlı ölüme,
çürük taçlı mermer şifreli ölüme,
nehir nehir gelen ölüme doğru;
birdenbire taşıveren nehirler.
gece, ayakta, ağlaya ağlaya,
boğulmuş çarmıhların geçişini
seyrederken sen;
kahrolurdum seni görmek için:
bak,
ölüm nehrinin önünde ağlıyorsun
perperişan;
garip kalmış köşelerde başın,
durmaz ha, durmaz gözlerin
ağlar yaşın yaşın.
gece ve çıldırasıya yalnız,
külleri ısıra ısıra;
dumanı, gölgeyi, unutmayı:
siyah bir huniyle yığabilseydim,
trenlerin, gemilerin üstüne;
filizlendiğin ağaç için,
yapardım bunları,
topladığın,
yaldızlı su yuvaları için;
sarmaşık için,
yapardım bunları;
gecenin sırrını sana ileterek,
kemiklerini saran
sarmaşık için.
islak soğan kokusu gelen
şehirlerden,
seni bekliyorlar;
boğuk bir sesle,
şarkı söyleyerek
geçesin diye.
yeşil kırlangıçlar,
saçlarının arasına yapıyorlar,
yuvalarını;
dilsiz sperma sandalları,
peşin sıra geliyorlar;
sümüklü böcekler, haftalar,
yelkenleri düşürülmüş serenler,
kirazlar da,
dönüveriyorlar ossaat:
gözükünce solgun başın,
on beş gözlü başın,
al kan içindeki ağzın.
şehrin otellerini,
isle doldurabilseydim;
hıçkıra hıçkıra,
yok edebilseydim
çalar saatları;
ezik dudaklarıyla yaz ayı,
evine nasıl gelecek,
göreyim diye
yapardım bunları;
yığın yığın insanların,
melil mahzun tantanalarıyla
ülkelerin,
işlemez sabanların,
gelincik çiçeklerinin;
mezar kazıcıların, süvarilerin,
kanlı haritaların, gezegenlerin,
evine nasıl geldiklerini
göreyim diye;
yapardım bunları.
küllerle örtülü dalgıçların,
uzun bıçaklarla delik deşik olmuş
meryem ana tasvirlerini
sürüte sürüte gelen maskelerin;
damarların, köklerin, hastanelerin,
karıncaların, su gözelerinin,
evine nasıl geldiklerini
göreyim diye;
yapardım bunları.
içine kapanmış atlının
örümcekler arasında öldüğü
bir yatakla,
gecenin;
kinden, dikenlerden bir gülün,
sarıya çalan bir geminin,
rüzgarlı bir günle, bir bebeğin;
evine nasıl geldiklerini
göreyim diye:
yapardım bunları.
ben, oliverio, norah,
vicente aleixandre, delia,
maruca, malva, marina,
maria luisa, larco, la rubia,
rafael ugarte, cotapos,
rafael alberti, carlos,
manolo altolaguirre, bebé,
molinari, rosales, concha méndez,
ve daha da unuttuklarım;
evine nasıl gelecektik,
göreyim diye
yapardım bunları.
gel de taçlar takayım,
gel, sağlık esenlik delikanlısı,
gel, kelebek kıravatlı civan;
sen ey,
sonsuz hür siyah bir şimşek gibi:
pırıl pırıl insan;
madem, geç vakitlere dek,
kalınamıyor daha kayalıklarda;
bari aramızda konuşalım,
gel,
şöylece bir, olduğumuz gibi;
çiğ için olmadıktan sonra,
şiirlerde n’olacak yani?
bir ağu hançerin,
içimize işlediği bu gece için
olmadıktan sonra;
şiirlerde n’olacak yani?
bu tan kızıllığı için,
olmadıktan sonra;
insanın vurulmuş yüreğinin,
ölüme hazırlandığı,
şu viran köşe için olmadıktan sonra
şiirlerde n’olacak yani?
en çok gece, geceleyin:
kıyamet gibi yıldızlardır,
dolmuşlar hepten ırmağa;
bir kurdele gibiler,
fakir fukara dolu evlerin
pencerelerindeki..
bir ölen var,
onların evlerinde;
bürolarda, hastanelerde belki,
belki asansör ve madenlerde,
işlerinden oldular.
onulur şey değil yaraları,
yaratıklar,
acı çekiyorlar.
her yanda dert yanış,
her yanda,
vay şuymuş vay bu;
pencereler,
göz yaşıyla dolu,
aşınmış eşikler,
göz yaşından;
yüklükler ıslak,
bir dalga gibi
halıları dişlemeye gelen
göz yaşından,
oysa ki yıldızlardır akar
uçsuz bucaksız bir nehirde.
federico,
dünyayı görüyorsun.
yolları görüyorsun,
sirkeyi görüyorsun;
birkaç ayrılıştan,
taşlardan, raylardan gayrı,
kimseciklerin kalmadığı,
köşeden:
duman ha deyince,
zalim tekerleklerine;
hoşça kalları görüyorsun,
istasyonlardaki..
her yanda, sorunlar koyuyorlar,
çeşit çeşit insan var:
kanlı bıçaklı kör var,
öfkelisi, ümitsizi var,
yoksul var, tırnak ağaçları var;
şunun bunun sırtından,
geçinmek sevdasıyla;
harami var.
hayat böyle, federico,
ey babayiğit,
ey kara sevdalı adam.
sana,
dostluğumun sunabileceği şey
işte bunlar..
sen de epeyce şey biliyorsun
şimdiden.
yavaş yavaş, daha da,
öğreneceklerin var.
ı issız bir evde, korkudan ağlayabilseydim;
gözlerimi çıkarabilsem de, yiyebilseydim; senin sesin için yapardım bunları,
yaşlı portakal ağacı sesin;
senin şiirin için yapardım bunları,
çığlık çığlığa fışkıran şiirin.
baksana,
maviye boyuyorlar hastaneleri,
senin için;
kıyıdaki kenar mahalleleri
ve okullar,
senin için büyüyorlar;
tüy salıyorlar,
yaralı melekler;
pullar örtünüyor,
düğün balıkları;
deniz kestaneleri,
göğe uçuyorlar;
siyah tülleriyle terzi dükkanları:
kanla doluyorlar, kaşıklarla,
senin için;
ve,
yutuyorlar,
yırtılmış kurdeleleri;
öz canlarına kıyıyorlar,
öpüşe öpüşe;
ve ak sadeler giyiniyorlar.
bir şeftali ağacı
giyinip de,
kuş gibi seğirtirken sen;
kasırga gibi fırıl fırıl,
bir pirinç gülüşüyle gülerken;
türküler çağırdığında;
allak bullak ederken,
atardamarlarını,
dişlerini, gırtlağını,
parmaklarını;
vay ne şirindin,
kahrolurdum ben
kahrolurdum ben
kızıl göller için:
güz ortasında bir şahbaz at
ve kana belenmiş bir tanrıyla,
beraber yaşadığın.
kahrolurdum ben,
mezarlıklar için:
gece, sesi kısılmış
çanlar arasından,
suyla, mezarlarla küllenmiş
nehirler gibi geçen;
nehirler:
hasta asker koğuşları sanki,
tıklım tıklım dolu;
ve matem yağlı ölüme,
çürük taçlı mermer şifreli ölüme,
nehir nehir gelen ölüme doğru;
birdenbire taşıveren nehirler.
gece, ayakta, ağlaya ağlaya,
boğulmuş çarmıhların geçişini
seyrederken sen;
kahrolurdum seni görmek için:
bak,
ölüm nehrinin önünde ağlıyorsun
perperişan;
garip kalmış köşelerde başın,
durmaz ha, durmaz gözlerin
ağlar yaşın yaşın.
gece ve çıldırasıya yalnız,
külleri ısıra ısıra;
dumanı, gölgeyi, unutmayı:
siyah bir huniyle yığabilseydim,
trenlerin, gemilerin üstüne;
filizlendiğin ağaç için,
yapardım bunları,
topladığın,
yaldızlı su yuvaları için;
sarmaşık için,
yapardım bunları;
gecenin sırrını sana ileterek,
kemiklerini saran
sarmaşık için.
islak soğan kokusu gelen
şehirlerden,
seni bekliyorlar;
boğuk bir sesle,
şarkı söyleyerek
geçesin diye.
yeşil kırlangıçlar,
saçlarının arasına yapıyorlar,
yuvalarını;
dilsiz sperma sandalları,
peşin sıra geliyorlar;
sümüklü böcekler, haftalar,
yelkenleri düşürülmüş serenler,
kirazlar da,
dönüveriyorlar ossaat:
gözükünce solgun başın,
on beş gözlü başın,
al kan içindeki ağzın.
şehrin otellerini,
isle doldurabilseydim;
hıçkıra hıçkıra,
yok edebilseydim
çalar saatları;
ezik dudaklarıyla yaz ayı,
evine nasıl gelecek,
göreyim diye
yapardım bunları;
yığın yığın insanların,
melil mahzun tantanalarıyla
ülkelerin,
işlemez sabanların,
gelincik çiçeklerinin;
mezar kazıcıların, süvarilerin,
kanlı haritaların, gezegenlerin,
evine nasıl geldiklerini
göreyim diye;
yapardım bunları.
küllerle örtülü dalgıçların,
uzun bıçaklarla delik deşik olmuş
meryem ana tasvirlerini
sürüte sürüte gelen maskelerin;
damarların, köklerin, hastanelerin,
karıncaların, su gözelerinin,
evine nasıl geldiklerini
göreyim diye;
yapardım bunları.
içine kapanmış atlının
örümcekler arasında öldüğü
bir yatakla,
gecenin;
kinden, dikenlerden bir gülün,
sarıya çalan bir geminin,
rüzgarlı bir günle, bir bebeğin;
evine nasıl geldiklerini
göreyim diye:
yapardım bunları.
ben, oliverio, norah,
vicente aleixandre, delia,
maruca, malva, marina,
maria luisa, larco, la rubia,
rafael ugarte, cotapos,
rafael alberti, carlos,
manolo altolaguirre, bebé,
molinari, rosales, concha méndez,
ve daha da unuttuklarım;
evine nasıl gelecektik,
göreyim diye
yapardım bunları.
gel de taçlar takayım,
gel, sağlık esenlik delikanlısı,
gel, kelebek kıravatlı civan;
sen ey,
sonsuz hür siyah bir şimşek gibi:
pırıl pırıl insan;
madem, geç vakitlere dek,
kalınamıyor daha kayalıklarda;
bari aramızda konuşalım,
gel,
şöylece bir, olduğumuz gibi;
çiğ için olmadıktan sonra,
şiirlerde n’olacak yani?
bir ağu hançerin,
içimize işlediği bu gece için
olmadıktan sonra;
şiirlerde n’olacak yani?
bu tan kızıllığı için,
olmadıktan sonra;
insanın vurulmuş yüreğinin,
ölüme hazırlandığı,
şu viran köşe için olmadıktan sonra
şiirlerde n’olacak yani?
en çok gece, geceleyin:
kıyamet gibi yıldızlardır,
dolmuşlar hepten ırmağa;
bir kurdele gibiler,
fakir fukara dolu evlerin
pencerelerindeki..
bir ölen var,
onların evlerinde;
bürolarda, hastanelerde belki,
belki asansör ve madenlerde,
işlerinden oldular.
onulur şey değil yaraları,
yaratıklar,
acı çekiyorlar.
her yanda dert yanış,
her yanda,
vay şuymuş vay bu;
pencereler,
göz yaşıyla dolu,
aşınmış eşikler,
göz yaşından;
yüklükler ıslak,
bir dalga gibi
halıları dişlemeye gelen
göz yaşından,
oysa ki yıldızlardır akar
uçsuz bucaksız bir nehirde.
federico,
dünyayı görüyorsun.
yolları görüyorsun,
sirkeyi görüyorsun;
birkaç ayrılıştan,
taşlardan, raylardan gayrı,
kimseciklerin kalmadığı,
köşeden:
duman ha deyince,
zalim tekerleklerine;
hoşça kalları görüyorsun,
istasyonlardaki..
her yanda, sorunlar koyuyorlar,
çeşit çeşit insan var:
kanlı bıçaklı kör var,
öfkelisi, ümitsizi var,
yoksul var, tırnak ağaçları var;
şunun bunun sırtından,
geçinmek sevdasıyla;
harami var.
hayat böyle, federico,
ey babayiğit,
ey kara sevdalı adam.
sana,
dostluğumun sunabileceği şey
işte bunlar..
sen de epeyce şey biliyorsun
şimdiden.
yavaş yavaş, daha da,
öğreneceklerin var.”