“Kimim ben?
Rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mı ?
yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi? “
/Chuang Tzu
Christoper Nolan, The Dark Night, The Prestige, Batman Begins, Memento ve Following filmleriyle 2000’den sonra sinema dilini, teknolojinin görsel gücüyle birleştiren yapımlara imza atarken, 2010 senesinde “Inception “filmiyle bu konuda otoriteler tarafından “sanat eseri” , “başyapıt” sıfatlarıyla anılacak filmlerden birinin hem senaryosunu yazdı hem yönetti hem de yapımcılığını üstlenmiş de oldu. Nolan, sinemanın daha fazla popülerleşmesine sahne olan teknolojiyi arkasına aldığı bu yapımda rüya olgusunu , her kitleden seyircinin kendinden parçalar bularak alacağı aksiyon, aşk, kurgu, animasyon, simulark,görsel yönetmenlik, soyut alem, gerçeklik gibi olgularla ve Hans Zimmer’in müzikleriyle de birleştirerek, postmodern sinemanın eksperssiyonizm öğeleri yoğun hissedilen zirve örneklerinden birini gerçekleştirdi.
Bu filmden önce Tarsem Singh’in “The Cell”, Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet’in “The City Of Lost Children“, Wachowski kardeşlerin “The Matrix Triology” Josef Rusnak’ın “The Thirteenth Floor“, Alejandro Amenabar’ın “Abre Los Ojos” veya çoğu izleyicinin bildiği versiyonuyla “Vanilla Sky“, Martin Scorsese’nin “Shutter Island“, Richard Linkarter’in “Waking Life“,Darren Aronofsky’nin “The Fountain“, Michel Gondry’nin “The Science of Sleep” ve “Eternal Sunshine of Spotless Mind” ve yine Nolan’ın “Memento” ile hafızanın derinliklerine ve rüya alemlerine yaptığı sinema diliyle yolculuk bu yüzyıl için yeni, ancak insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar gelen hakikat arayışının da görsel yönleriyle anımsatacağı bir derin miras da aynı zamanda.
RÜYALARDAKİ HİPERGERÇEKLİK DUYGUSU
“Rüyaları gerçekleştirmenin en kestirme yolu, uyanmaktır.” / J. M. Powe
Nolan, filmde insanların rüyalarından sır gibi sakladığı bilgileri çalmak için uzmanlaşmış Cobb ve ekibinin dolandırıcılık hikayesine yer verirken, insanların bilinçdışılarına yaptıkları yolculukta da Cobb’un ancak rüyalarda yaşatabileceğine inandığı eşi Mal’u defalarca acı, özlem,ihanet ve tramvatik normlarla karşısına çıkartıyor. Eşi hakkındaki düşüncelerine ilişkin korku nevrozu yaşan Dobb’un ruh halini anlamak açısından rüyalar konusunda uzman Sigmund Freud‘a kulak verelim:
“Kişinin belirli bir anda bilincinde ayırt edemediği bir çok düşünceleri ve anıları vardır. Bunların bazıları bilinçli bir çaba ile bilinç düzeyine çağrılabilir. Bu çeşit düşüncelere bilinç öncesi düşünceler adı verilir. Örneğin, bir süre önce karşılaştığımız bir olayı artık bilincimizden tümüyle silmiş olabiliriz. Ancak bu olayla ilgili bir çağrışım bir uyaran tüm olayın yeniden bilince dönmesini sağlayabilir. Bu tür bilinçten silinmiş gibi sanılan ve uyaranlarla çağrışımlarla bilince gelebilen anılar, duygular, dürtüler, bilinç öncesi niteliği taşırlar.”
Cobb’un dolandırıcılık işinde bilinçdışını da dahil etmesiyle kimi imgelere karşı eşine olan zaafiyeti Nolan’ın filminde ilahi bir temaya bağlanmasa da eski dinlerde mevcuttur. Öyle ki M.Ö. 5. yüzyılda Heraklitos tarafından ortaya atılan, rüyaların tanrılardan değil, insanın kendi zihninden kaynaklandığı görüşü, Aristo ile birlikte rüyaların günlük hayatların birikimi sonucunda ortaya çıktığını söyledi ve rüyalar sayesinde bazı hastalıkların iyileştirilebileceği fikrini ortaya attı. Tarihte rüyalara ilişkin ilk kanıtlar Sümerler’deki Asurbanipal‘in arşivinde bulunan kral Gılgamış öyküsüdür ve yazıldığın göre Gılgamış , yaşadığı hayattaki kararları rüyalarından ilham alarak verir. Bunun dışında Antik Mısır’da ve Çin’de rüya görmek için tapınakların yapıldığı biliniyor. Bir Hindistan eseri olan M.Ö. 1500-1000 yılları arasında yazılmış Bilgeliğin Kutsal Kitapları‘nda ise şiddet içeren rüyalarda, rüyayı gören kişi eğer rüyasında etkin bir rol oynayarak bu durumla başederse,yaralansa bile rüyanın başarı ve mutluluk getireceği söylenmiştir. Filmde de sık geçen bir kavramın tarihi kaynaklarda da yansıması mümkün. Yine Hindistan’da M.Ö. 900- 500 yılları arasında yazıldığı belirtilen “Upanishad” rüyalar hakkında iki görüşe yer vermiş. İlki, rüyaların yalnızca kişinin içinden gelen isteklerinin dışa vurulması iken, ikincisi, uyku sırasında ruhun bedeni terketmesi sonucu, kişi aniden uykudan uyandırılırsa, ruhun bedene dönmeye zamanının kalmayabileceği ve uyuyan kişinin ölebileceği düşüncesiydi. Bu konuda da filmin içerisinde bir çok rüya içerisinde rüya olgusunda Nolan’ın herhangi bir aksilik durumunda yaşlanan bilincin araf’ta sonsuz boyutlara terkedilişinin de altyapısında bu tarihi bilgi yatıyor olabilir.
Ünlü besteci Wagner, “Tristan ve Isolde” operasının kendisine ait olmadığını, rüyasında gördüğünü belirttiği gibi Nolan’ın yaklaşık 10 senelik senaryo yazımının başlangıç kıvılcımı bir rüyaya dayanır mı bilinmez, filmin odağına yerleştirilmiş rüya mekanizmasının aksiyon dışında psikolojide de yoğun bir şekilde yer bulması, izleyiciyi kendisine çekiyor, ancak psikolojideki açmaz konulardan biri olduğundan Freud’un aksi düşünceler mevcut: Örneğin Jung, Freud’un rüyaların günlük yaşamda doyurulamayan ilkel gereksinimlerin biçim değiştirmiş hali olduğu görüşünü reddeder ve rüyaların işlevinin tamamlayıcı olmaktan çok dengeleyici olduğu görüşünü ortaya atar. Henüz yoruma açık olduğu söylenecek bu tamamlayıcı mı dengeleyici mi bir anlam taşıyor sorusuna cevaben, seyredenlerin filmde de Leonardo Di Caprio’nun canlandırdığı Cobb karakterinin de bu konuda işiyle eşi arasında kalan anlam arayışında ve işinin çocuklarına ve eşine giden bir yol olduğunu düşünmesi kaçınılmaz ve onu belki gerçeğe belki rüyaya bağlıyor olabilir. Bu konuda Nolan, psikolojinin son dönemlerde Freud’un düşüncesine ağırlıklı olarak doğruladığı bu durumda kesin bir sav koymamış ve henüz bilimsel olarak devam eden bu açmazı bozmamış.
Freud gözünden bakarsak; rüyalar en büyük çelişkileri bir araya getirebilecek ortamı sağlar ve imkansıza olanak tanır. Bilinçdışında bulunan duygu, düşünce ve ya olaylar her gün bireyin davranışlarında etkili olurken, rüyalar bireyi kişisel ve toplumsal ahlak açısından kabul edilemez durumlarla yüz yüze bırakabilir. Freud, rüyaların geleceği gösterdiği yönündeki eski inançları tamamen yanlış görmemekte, rüyanın bir isteği gerçekleşmiş olarak göstermesini gelecekle bağlantılı olduğunu vurgulamaktadır.
Inception filminde de Cobb’un geleceğinde çocuklarıyla buluşması arzusuyla imkansız sayılabildiği, filmin kahramanlarından Joseph Gordon-Levitt tarafından canlandırılan ve Cobb’un asistanı görevindeki Arthur tarafından dile getiriliyor. Keza yazımızın başında bahsettiğimiz bir çok filmin içinde temalanan ve bu filmin de konumlandırmasında önemli rol alan Peacock ve Juno filmlerin de başarılı oyuncusu Ellen Page’in canlandırdığı Ariadne’nin rüyalardan bilgi çalmak ve rüyasına dahil edilen “karşı” tarafı ikna edebilmek için gerekli olan hipergerçekliğin simulasyonunu sağlamak amacıyla bilgi ve tasarım mimarisini üstlenmesi, filmin görsel ilüzyonun seyirciye yansıtılması ve bunun bir hipergerçekliği olan rüyalar zinciri olduğuna inandırması açısından zaruri bir ihtiyaç. Kendisine verilen en önemli tavsiye ise gerçek hayattaki anılardan ve imgelerden faydalanmaması gerektiğidir ki neyin gerçek olup olmadığını ayırt edebilecek bilinç düzeyinde kalabilsin.
ESCHER, TOPOLOJİK UZAYLAR ve PARADOKS
“Tüm gördüğümüz ve göründüğümüz düş içinde bir düş”
/ E.A. Poe
Senaryo itibariyle Nolan’ın bu zihin karışıklığı yaratmak amacıyla düşündüğü ilüzyonu sağlamak için Hollandalı ressam M.C.Escher‘in matematiksel olarak paradoksları ve göz yanılmalarını resmettiği eserlerden ilham aldığını görüyoruz. Zihin karışıklığına ilişkin Escher’in 1961’de yaptığı “Çağlayan“, 1960’da yaptığı “Çıkış ve İniş“, 1948 yılında çizdiği “Birbirini Çizen Eller“, 1953’te çizdiği “Görecelik” gibi matematiksel örüntüler ve simetri barındıran paradoksa ilişkin eserleri bakanlar için bir yandan fantazi bir boyutu bir yandan da gerçekliği simgeliyordu ki zihnimizi keşfetmek çoğu zaman aciz insanoğlu için ürkütücü bir ikilem ve Araf‘tır.
Filmde rüya tasarımı ve mimarı görevini üstlenen Ariadne’nin göreve kabul edilmesi için bir labirent çizmesini kabul alan sahnede, bir kaç başarısız denemeden sonra çizdiği ve göreve kabul olmasını sağlayan labirent Girit Labirenti olarak da anılır ve Nolan’ın Yunan mitolojisine atıfta bulunduğunu anladığımız kahramanlardan birinin de adı Ariadne’dır. Mitolojiye göre, Girit kralı Minos’un bir labirente boğa başlı ve insan vücutlu Minotor’u hapsetmesi sonucu, Minos’un kızı olan Ariadne’nin sevgilisi Theseus da Minotor’u öldürmek için bu labirente girmeye karar verir. Öncesinde ise Ariadne, Theseus’un labirentin çıkışını bulabilmesi için bir yumak verir ve geçtiği yollarda bu yumağı çözerek, Minotor’u öldürdükten sonra labirentten bu sayede çıkacaktır. Halen bu labirent Girit’te yapılan kazılarda kalıntılarına rastlanan bir labirenttir. Tesadüf olmayacağı aşikar ki meşhur Epimenides’in paradoksal sözü olan “Bütün Giritliler yalancıdır.” önermesi de Nolan’ın senaryo yolculuğunda mutlaka dikkate alarak vardığı labirent ve paradoks ile insan aklının çıkmazlarına göndermelerdir. Mimari öğelerin -de örneğin kubbe ve Penrose merdivenleri(bknz: fizikçi Penrose’un icadı olan Penrose merdivenleri- Penrose stairs) gibi- yine Escher’in tasvirlerine benzer olarak seçilmesi de bu araştırmanın içerisinde Escher’in zekasının ve topolojik uzay bilgisinin hassasiyetle dikkate alındığının bir göstergesidir.
(Sağda) M.C. Escher – La Mezquita – 1936
(Sağda) – M.C. Escher – Art Gallery ( Sanat Galerisi) – 1956
(Sağda) – M.C. Escher – Relativity – Görecelik – 1953
(Solda) – M.C. Escher – Drawing Hands(Birbirini Çizen Eller) 1948 – (Sağda) M.C. Escher – Belvedere – 1958
Matematik bize bir çok bizi ve evreni sınırlatan teoremlerle ölüm sonsuzluğunu hissettirecek şekilde sunar. Evreni tasarlayamayacağımız ve kendi dünyamızı asla tasarlayamayacağımızın da kanıtı gibidir. Gödel’in Eksiklik Teoremi, Church’un Karar verilemezlik teoremi, Turing’in Durma Teoremi, Tarski’nin Doğruluk teoremi gibi teoremler hep bu ölümsüz sanılan paradoksal yolculuğumuzun bir an veya anlar silsilesinde yetersiz kalacak, tasvir edilemeyen uzayların kapısını aralar. Sanıyorum ki Nolan, bu estetik olarak eşsiz uzaylardan etkilenmiştir.Şöyle ki Nolan, Cobb’un dolandırıcılık öyküsünü katman katman sunarken matematiğin yinelgen tanımlarını kullanmıştır. Gözlemci olarak siz bu rüyaların herbirinin kendisiyle varolduğu izlenime kapılırsınız. Nolan’ın paradoksları sevdiği bu senaryoda yinelemeler aslında paradoks gibi gözükür çünkü döngüsel anlam taşır ve sonsuz gerilemeye yol açar. Bir çok kişinin bu filmin Cobb’un mu Mal’un mu veya bir başkasının rüyasının rüyasının içinde mi olduğunu kestirmesi zordur. Gerçekte ise yinelgen bir tanımlama asla sonsuz gerilemelere ve paradokslara yol açmaz. Bunun nedeni yinelgen bir tanımlamanın asla kendisiyle değil kendisinin daha basit verisyonları uyarınca tanımlamasıdır.
Diğer bir bakış açısı da hiç bir mesajın, kendi zatında anlam içermediği doktrinidir. Bir fantazi içinde üst düzey bir gerçeklik var olabilir, örneğin siz ada vapurunda film izleyedururken, hemen parmaklıkların yanında “Bu vapurda aşağıya atlamak tehlikeli ve yasaktır.” uyarısı dikkatinizi çeker. Oysa filmin kahramanlarından bir tanesi filmin içinde aşağıya atlamaktadır. Burada kural sadece vapur yolcuları için olduğu gibi kat kat yinelenen fikrin de dahil olması gerektiği filmin kahramanları için de geçerli olmalıdır. Aynı durum filmin içindeki aynı yazıda olsaydı ve biri vapurdan o sırada aşağıya atlasaydı da çelişkili bir durum yaratacaktır. Bu açıdan baktığımızda fantaziler içinde önerme ve teoremleri dışarıya ihraç etmezler. Bu yüzden çizgi film ve soyut şiir , resim gibi sürreal öğeleri gerçek dünyayla örtüştürmediği bilincine sahibizdir. Nolan da bu bilinç birikimimize ve gerçeklik algımıza oynayarak, bunu yıkan paradoks ve içiçe yinelenen kurgu ile tıpkı Escher gibi gerçeklik algımızın karmaşasını yaşatmaya çalışmıştır.
Hipotetik katmanlara maruz kalan izleyici, bir üst düzeyde paradoks gördüğünde artık çok geçtir, geri dönemez ve daha alt düzeydeki nesnelerin yorumu hakkında düşüncesini değiştiremez. Escher’in çizimiyle Öklidışı geometri arasındaki fark sonrakinde tanımlanmamış terimler için kavranılabilir biri bütünsel dizgeyle sonuçlanan, kavranılabilir yorumlar bulunabilirken, öncekinde sahnelere ne kadar uzun süre bakılırsa bakılsın, son sonucun insanın dünya üzerinde bildiği kavramlarla kurulabilir. Nolan’ın burada sunduğu, neyin gerçek olduğu değildir, bize neyin gerçek olarak algılatmak için yarattığı kurgunun matematiksel teoremlere sırtını dayamasının görsel ve metinsel olarak nasıl ifade edileceğidir. Nolan’ın senaryoda kullandığı topaç’ın buna dair bir işaret ve mesaj taşıdığı düşünülebilecek göstergelerden biri, kuantum elektrodevinimi alanında Nobel fizik ödülü alan ünlü Amerikalı fizikçi Richard Feynmann’ın bilimin kesinsizliğini savunmak için topaç metaforunu kullanması olabilir. Feynmann , bilimin süreç içerisinde kurallarının değişebileceğini söylerken topaç’ın dönerken ve dönmeden ağırlığının bir zamanlar aynı olduğunu ancak yaşayan bilimsel gelişmelerle birlikte dönen topacın, duran topaçtan daha ağır olduğunun bulunduğunu belirtir ve bilimsel bilginin kesinsizliğine işaret eder. Nolan’ın da filmin sonunda topacın durup durmayacağına belirsizlik yaratmasını bu nedenle anlamlı bulmak gerekir.
NOLAN ‘IN SİNEMA DİLİ VE POSTMODERN VARLIK ve HİÇLİK KAYGISI
“Hepimiz kafamızdaki bir resmin kölesiyiz. O resim, deneyimlediğimiz dünyanın gerçekten var olduğu inancıdır.”
/Walter Lippmann
Inception filminde çoğu kişinin aklına geldiği düşünebilecek sav, aksiyon,aşk, ihanet ve özlem öğelerinin yerine daha dinsel ve evrenlerarası bir temayla ; örneğin Mevlana’nın dünyanın bir rüya, ölümün ise gerçeklik olduğu düşüncesinde dini arketipler gibi bir felsefeyle de ele alınabilecek bir fikri harcadığıdır. Nolan’ın film senaryosunda insanı merkeze alması da aslında yeni bir kavrayış sıçraması değildir.
1950’lerden sonra özgürlüğün ontolojik bir yazgı olarak kabul edildiği bir ortamda descartes ile başlayanve aydınlanma çağıyla zirveye varan düşünce akımı Tanrı’nın yerine insanı merkeze oturtmuş ve insan yüceltilmiştir. Bu aslında teorik bir isyandır ve yapısalcılık akımıyla beraber bir dünya görüşü sunmak bir yana bir keşif metodolojisi olarak ortaya çıkar. Descartes’in bilimsel bilgi dahil her daim şüpheci yaklaşımının dışında, Husserl’in fenomenolojisi de bilincin ide’lerden oluşurken tüm değer yargıları, yani dünya dışarıda bırakılarak sadece kendisini algılayan bilinci ortaya atar. Bilinç kendi üzerine katlanmak ve kendini düşünmekle “özne-nesne” ikiliğini ortadan kaldırmış olur. Böylece, anlamın özgün kaynağı olan bilinçte bu özsel fenemenlerin araştırılmasına geçilmiş olur. Sartre ise bu fenomenolojiden etkilenir ancak, Husserl’in kendini algılayan bilinçte, günlük yaşamlara dair sorunlardan arındırılması gerektiği fikri hoşuna gitmez ve kendi varoluşçuluğunda, “ego”yu bilincin içine değil, dünyanın içine yerleştirir ve hareket noktası, ne Tanrı’dır ne dünya, bilincin sezgisel gerçekliğidir ona göre aslolan. Cobb’un eşinin intiharında kendini suçlu bulmasında ve ona gerçekliğe dönme fikrini yerleştirmesinde de bu ontolojik çelişki yatar. Sartre’nin elinde insan trajik bir kahramandır ve bilinç Ben’i dışlar, bir bilinç edinimini başka bir bilinç edinimin nesnesi yapmamayı seçer. Sartre’nin “Varlık ve Hiçlik” eserinde Freud’un görüşlerini yüzeysel bulduğunu söylediği eleştirilerden biri , ide’nin hiçbir şey bilincin kontrolü dışında olamayacağı ve böylece bilinçdışının mümkün olamayacağı, diğeri ise neyin bilinçli olacağına ancak bir tasarının ayrıt edilmesi koşuluyla karar verilebileceği düşüncesiyle, Freud’un bilinçdışı dediğinin aslında bilincin bir kategorisi olduğu, bir diğeri ise Freud’un bilinçdışının meşhur libido bağlantısı ile hareket ettiğine karşı çıkmasıdır.
Descartes,Husserl ve Sartre’nin ortak noktadan hareket ettiği bu konu kartezyen hakikat görüşüdür ki hakikatin öznel ama aynı zaman evrensel olduğunu belirtir. Oysa 19.yy’da Heidegger ve sonrasında ise hakikat tam da matematikte yaşanan gelişmeler nedeniyle öznel değil, nesnel olarak algılanmaya başlar , hemen ardından Alan Turing’in çalışmalarıyla nesnel olarak algıda bilgisayarların bir düşsel ürün olacağını söyleyerek indirgemeci bir mantık çabaları sürerken,biçimciliğin Gödel teoremiyle birlikte tekrar kartezyen hakikat fikrinin kapıları açılmış oldu. Zira Gödel teoremi, algoritmik biçimsel sistemlere göre çalışan hiçbir makinanın bile insan matematiğine ulaşamayacağını savunur. Varoluşçuların ölümü hakikati olarak koyması ve onun gerçek,imgesel ve simgesel boyutlarının olması Fransız Lacan’ın ilgi alanına girmesiyle bize başka anlamlara taşır. Cobb’un çelişkileri ve filmin içinde hangi boyutta olduğumuzu kestirememek ve bir yandan da eşiyle olan nevrotik iletişim, Nolan’ın cevapsız bıraktığı bir soruya yönlendirecektir: Cobb örneğinden gidersek, Cobb çocuklarına kavuşan bir gerçeklikte kendini kimliğini mi geliştirecektir, yoksa onun bilinçdışında eşiyle yarattığı fantastik dünyaya mı inanarak kendi kimliğini bulacaktır?
Nolan, Lacan’da baskın bir şekilde oluşan dil ve bilinçdışı ilişkisinde Cobb’un kendini suçlamasının hakikatten uzaklaştıran insanın kendi gerçekliğini intihar gibi tanımlanan bir imgenin yanılsamalı yönleriyle açığa çıkacağını gösteren bir senaryo kurgusu düşlemiştir. Bu nedenle hangi rüya katmanından bakarsak bakalım, dilin dış dünyaya gönderimde bulunma gereksinimi yoktur. Cobb’un Mal ile filmin başından sonuna kadar yaptığı trajik kopuş diyaloglarında, dilin otonomisini sürdürmeyi Nolan’ın ihmal etmediğini görüyoruz. Lacan’ın bilinçdışı’nın dilin mantıklı bir içerimi olduğu görüşüne ilişkin sözlerine bakarsak:
“”Bilinçdışı bir arzu olduğu için derinliklerden kalkan ve bilincin üst düzeylerine yükselen, ilkel, yamyamca hatta hayvani bir bilinçdışı arzu olduğu için bilinçdışının olduğu tezi geçersizdir. Tam tersine bilinçdışı olduğu için yani yapısında ve etkilerinde öznenin kontrolünden kaçan dil olduğu için ve üstelik buraya arzunun işlevi yerleşebileceği için bilinçdışı bir arzu vardır.”
Nolan, burada Lacan’ın gerçeklik ilkesinin varedilmesi için doğal früstasyonlara değil onları nasıl simgeleştirdiğine yoğunlaşır. Ancak Cobb’un geçmişine ve bu simgeleri çocukluktan nasıl edinimlediğine değinmez, yani dikey boyutunu gözlemlememize olanak tanımaz. Ancak Lacan’ın yukarıda bahsettiğimiz bir çok paradoksal durumun veya Gödel’in eksiklik teoremindeki bu dikey ve yatay sonsuzluk katmanlarını ele almamız açısından kökensel bastırmayı gerçekleştiremediği oranda, yani kendi iş yaşantılamasını sübjektivitesini, gösterilebilir olan, simgeleştiremediği oranda, kendi olmayanın simgeleştirilmesini de başaramaz, kendi ile kendi olmayanı ayırt edemez. Cobb’un kendi bilinçdışı imgelerini “tren örneğinde olduğu gibi” , daimi olarak başkalarının rüyalarına dahil ettiği bu sonsuz döngüler ve früstrasyonlar sayesinde Cobb’un bu simgeler sayesinde kendi kimliğini olmadığı kimlikten ayırt edebileceği bir süreci gözlemlemiş oluruz.
Kaldı ki Nolan’ın 21.yy sinemasında postmodern akımın yolundan farklı bir yol seçmemiştir. Rüyalarda yaşama, tasarım mimarının çalışma biçimi gibi nedenlere indirgemeden, postmodernistlerin parçalara ayırma tekniği, bir mekanla/sınırla/nedenle sınırlanmaya duyduğu paranoyaklık, kısır döngü, kısa devre olan sistemler ve çifte bağlanımlar seviyesinden çıkamayarak, hem senaryosunun bu yüzyılda başat tarzının postmodernizm olduğunu tekrar vurgular, hem de sinemanın görsel dilinin Escher örneğinde olduğu gibi yeniden, varoluşsal ve psikosomatik öğelerle donatılacak detaylandırılmalara gidilmesi akımına güç katar. Christopher Nolan, bu açıdan sinemaya bir yenilik getirmemiştir, sinemanın kapitalizm değerlerini ve onun insan doğasındaki çelişkili imgelerini anlamlama sistemlerine yer vermiş ve ne kadara mal olduğunu, oyuncu seçimindeki popülerlik unsuru gibi mübadele değerini kutlanmasının halk tarafından haz vereceği bir seçimdir. Nihayetinde paradokslar, kısır döngüler, katmanlar kullanılmasının akabinde şaşırtıcı olmayacak biçimde filmin sonunda bilimin belirsizliği, yani tıpkı Schrödinger’in Kedisi örneğindeki “kedi o an ölü müdür diri midir?” sorusunda olduğu gibi bir mutlak sonuca bağlanamayacağı görüşünün arkasına sığınmıştır.
Pastişin estetikle örtülmesi ve neticede bir derinliksiz içermesi ile, matematik,felsefe, analitik kübizm gibi olguların henüz popülerleşmediği estetik duyguları çalarak kendine mal edip fark gibi sunarak metalaştırması açısından ise Nolan’ın senaryosu ve yönetmenliği bir o kadar sıradan ve kendini tekrarlayandır. Entelektüel düzeyde aldığımız üslup nostaljisi hazzının bizi yanıltabileceğini ve “başyapıt” ifadelerini kullanma tuzağına düşürebilecek metaforlara sahiptir. Bu açıdan da Inception filmini, zekice örülmüş bir postmodern Escher uyarlaması eseri olarak da adlandırabilir ve bu mantıksal anlatımcılığıyla sinemanın eksperssiyonizm örneklerinden biri olma vasfını taşıdığını söyleyebiliriz.
Ek Okumalar:
Döngüsel bir şiir tasarımı için : Akıl Karışıklığı , Mutluluk Oyunu
Kübist bir şiir tasarımı için: Küp Şekerden Düşgen
Ayrıca;
Matematiksel Bakış Açısı Perspektifin Tarihteki Yeri
Matematiksel Dünyanın Algoritmik Olmayan Doğası ve Platonik Gerçekliği
Turing Makinası
Newcomb Paradoksu
Hilbert Probleminin Çözümsüzlüğü
Matematiksel Nesnelerin Varlık Sorunu