Geçtiğimiz onca yüzyılın düşünsel buhranında, postmodernizmin yarattığı tehlikenin takkesinin göründüğü ve tam adı, “Son moda saçmalar: Postmodern aydınların bilimi kötüye kullanmaları” olan ve iki fizikçi ki biri Sokal Vakası’nın başkahramanı Alan Sokal olan, diğeri de Jean Brichmont tarafından yazılmış, günümüzün aydın, medya, eleştiri, saptırma, yapıbozumculuk gibi konularına değinen çok önem verdiğim bir kitaptır. eksiksiz dipnotlarından saptamalarına kadar bu kadar zengin bir araştırma perspektifi için oldukça uzun araştırmalar yaptıkları aşikar. bu yüzden bu kitaba uzunca ve bölüm bölüm anlatımlarla aktarmanın doğru olacağını ve kitabın mesajını daha iyi aktaracağını düşündüğüm bir inceleme yapmak istiyorum.
Öncelikle kitabın başarılı bulduğum çevirmenleri, Mehmet Baydur ve Ongun Onaran’ın kitabı niye çevirmelerinin gerektiğine dair yorumlarını okuyoruz. Bu bölümde, “Bencil Gen”,”Kör Saatçi”,”Tanrı Yanılgısı” kitaplarından ismi yabancı gelmeyecek Richard Dawkins’in 1998’de Nature dergisinin kitap eleştirileri bölümünde bu kitaptan söz ederken “Postmodernizmin maskesi düştü.” dediğini hatırlatırken, Lacan, Kristeva, Baudrillard, Deleuze gibi yazarların etrafındaki dokunulmazlık hissiyatının yıkılmasının önemini anlatıyorlar. Bir yandan da isim vermeden Türkiye’deki bahsigeçen yazarların etkilerine bakıldığında sosyoloji, psikoloji, matematik gibi bilimlerin nasıl istismar edilebileceği ve nasıl olsa anlamıyorlar, bari entel duruşuma bilimsel bir yan özellik daha katayım” havasının tehlike boyutlarına varan önemini aktarıyorlar. Bunun bir diğer örneğini de köktendinciliğin gelişimine bakarak da anlayabiliriz.
Yazarların önsözüne baktığımızda ise, yine sosyolojik bulgularla dolu. Yazarlar, daha önce entelektüel pozlar adında çıkardıkları kitabın bazı aydın kesimde kopardığı fırtına sonrası, Guardian yazarı Jon henley’e göre “çağdaş fransız felsefesinin köhne bir saçmalık olduğunu” gösterdiklerinden daha sonra Liberation’da yazan Robert Maggiori’ye göre kendilerinin aşk mektuplarında dilbilgisi yanlışlarını düzelten, mizah duygusundan yoksun ukala bilim adamları olarak anıldıkları bir eleştiri yumağından yakınmalarından bahsediyor,
Kitabın çıkış öyküsünü ise kendi ağızlarından şöyle anlatıyor Sokal ve Brichmont:
“Kitap, birimizin Amerikan Kültür Çalışmaları Dergisi Social Text’te yayınladığı, şimdi ün kazanmış muzip bir aldatmacasıyla başladı. Bu makale bozuntusu parodi, ünlü fransız ve Amerikan entelektüellerin fizik ve matematik üstüne söylediklerinden yapılan, hiçbir anlamı olmayan ama ne yazık ki otantik alıntılarla tıkabasa doluydu. Sokal’ın kütüphane araştırması sonucunda oluşturduğu “dosya”nın yalnızca küçük bir bölümü bu parodinin içinde yer aldı. Bu dosyayı bilim adamı olan ve olmayan arkadaşlara gösterdikten sonra, elimizdeki malzemenin daha geniş kitlelere ulaşmasının yararlı olabileceğini düşündük. Teknik olmayan terimler kullanarak bu alıntıların neden saçma ya da çoğunlukla anlamsız olduklarını açıklamaya çalıştık. Öte yandan bu anlatılanların hangi kültürel ortamlarda bu denli ün kazanıp neden şimdiye dek oldukları gibi sergilenmediklerini tartışmak istedik.
Peki ama ne iddia ediyoruz? aşağı yukarı şunu: Lacan, Kristeva, Irigaray, Baudrillard ve Deleuze gibi ünlü entelektüeller sürekli defalarca bilimsel kavramların ırzına geçmişlerdir.
Kitabımızın ikinci hedefi ise epistemik göreceliktir. En azından dillendirildiği zaman Fransızcadan çok İngilizce konuşulan yerlerde daha yaygın olan çağdaş bilimin bir mit”ten, bir anlatı’dan ya da bir toplumsal oluşumdan başka bir şey olmadığını iddia eden inanç.
Mistifikasyon, kasten muğlak dil kullanımı, karmakarışık düşünce ve bilimsel kavramların kötüye kullanımı bu kitabın konulardır.”
İşte bu ağır ithamlarla başlıyor kitap ve kendisine gelen çok sayıda mektupla da toplumda yaşanan bahsettikleri anlam katlini yine toplumun duyarlı kesimi tarafından teyitlediklerini söylüyorlar.
Giriş bölümüne geçtiğimizde, herkesin aydınlanma ülküsü içerisinde bir postmodernizm modasının çıktığını ve bunlara tepki olarak yarattıkları ve muzip bir aldatmaca olarak nitelendirdikleri bir akademik yayıncılık skandalı olan Sokal vakası’nın doğuş öyküsünü anlatıyorlar. Diğer taraftan, kitabın geri kalan bölümlerindeki olaylara bakış açılarının bilimsel altyapısını irdeliyorlar. Tüm bunların yanında Jacques lacan, Paul virilio gibi yazarların medya’daki altıboş övgülerine dair eleştirilerini sergiliyor ve “kral çıplak” diyorlar.
Okurun kitabı okurken, kitabı nasıl algılaması gerektiğini de “alıntıların marjinalliği”, “bağlamı anlamıyorsunuz”, “şiirsel özgürlük” “benzetmelerin yeri”, “kim uzmandır”,”siz de sırtınızı savlarınızın yetkin bir ağızdan çıkmış olmasına dayamıyor musunuz?”, “ama bu yazarlar postmodernist değil ki…”, “neden bu yazarları eleştiriyorsunuz da başka bazı yazarlara dokunmuyorsunuz?” gibi kendilerine yöneltilecek olası sorulara bakarak verdiği cevaplarla değerlendirmesini istiyorlar. Kitaptaki tüm inceleme altına aldıkları yazarlara üçkağıtçı gibi ağır sözlerle nitelendirdiklerini de es geçmeyeyim.
Aslında yazarlar, daha bir çok düşünürün eleştirisini, aynı düzlemde yapabileceklerini, ama vakit sorunu nedeniyle sadece fransız seçkisi olarak işe ele atmalarının, tümevarım mantığıyla, okura zaten genele dair cevaplarını sunduklarını belirtiyorlar.
Kitabın ikinci bölümünde görüyoruz ki Jacques Lacan’a ayrılmış. İlkin Lacan’ın “Psikanalitik topoloji” ifadesinin Lacan’ın dilinden yazılan düşüncelerle bakışı ve matematikte yer alan topolojinin dedikleriyle alakasının olmadığı anlatılıyor. Topoloji kelimesinin etimolojisini bile bozduğunu, matematikteki pekişiklik özelliği gibi bir kaç kelimeyi kullanıp – örneğin haz, cinsel ilişkinin olanaksızlığı, sıfır ile kalkan penisin ilintisi, dilbilim ile matematik arasında kurduğu bağlantılar gibi- aynı noktalarda nasıl bozguna uğradığını anlatıyor. Ayrıca mantık diliyle psikanalitik dili örtüştürmek için karmakarışık ifadelerle bilimi aldattığını ve matematikte dediklerinin tanımsal olarak karşılığının olmadığını ayan beyan gösteriyorlar.
Kitabın üçüncü bölümdeki incelemenin konusu; edebiyatın dişi kuramcılarından Julia kristeva. Dilbilim ile göstergebilim arasındaki kavramları şiirsel ölçütlere dayandırıp bilinen gerçekleri tekrarladığını, matematikteki “süreyin gücü” kavramının şiirsel dildeki yansımasını saptırarak ve eğreltileyerek kullandığını itiraf etmesinden, ortaya bir matematiksel terim atıp – örneğin “şiir bir seçimsel aksiyomdur.” diyip-, sonrasında arasındaki bağlantıyı yetim bırakmasına, küme kuramını, siyaset kuramına uygularken yanlış kopyaladığı bir çok terminolojiyle okurun kafasını karıştırmaktan öte hatalı bilgilerle düşüncelerini oluşturmasından, Lacan gibi topolojiyi psikanalize uygulamalarına kadar bir çok kavramın bilimsel gerçekliğinin olmadığını yine düşünsel ve tarihsel olarak kanıtlıyorlar.
Kitabın dördüncü bölümünde ilk ara veriliyor. başlık “Bilim felsefesinde epistemik görecelik” olarak isimlendirilmiş ki ilk iki bölümdeki yoğun terminolojiden sonra biraz felsefe ile okunan bilgilerin felsefedeki değerini anlamak açısından kurguda verilen bu yerinde arayı faydalı buldum. Zira tutarlılıkların sorgulamam açısından kendi kaynaklarımdan geçmiş iki bölüme bakma gereği duyuyordum ama bu ara bölüm sayesinde yerini iyi buluyorum. Ara vermesinin amacı da zaten kavram kargaşalığının olduğu postmodern anlamlandırmada tekrar özü kavramak ve bir sonraki bölüm bu bakış açısıyla okuru yönlendirebilmek ve bilgilendirmek. Bu yüzden solipsizm ve kökten kuşkuculuktan başlıyorlar kuram ve gözlem arasındaki uyumun ne derece gerçeğe yakın olduğunu incelemeye koyuluyorlar. Bilimsel bir yöntem izlemenin uslamlamanın gerekliliği açısından şart olduğunu David hume’a adledilen kökten kuşkuculuk kavramında epistemolojinin bunalımda olduğuna dair oldukça zengin bir felsefe okuma ve değerlendirme yapıyorlar ki burada karşılacağınız isimler: Karl Popper, Thomas Kuhn, Bruno Latour, Jean Baptiste Lamarck, Willard Van Orman Quine, Paul Feyerabend. Ama ağırlıklı olarak Popper’ın yanlışlamalara dair sıkıntılara getirdiği görüşler, geçtiğimiz yüzyılın keşiflerindeki göreceli bilimin getirdiği artılar ve eksiler ve saydığımız felsefecilerin bilim felsefesine ve kökten kuşkuculuklarına dair görüşlerine sıkı bir eleştiri olarak ele alındığını söyleyebilirim. Tüm bunlara ek olarak kitap dışı bir ek bilgi verirsem; Thomas kuhn’un bilimsel devrimlerin yapısı adlı kitabında ele aldığı bilim kavramının paradigmalar içerisinde baştan aşağı tanımladığını ve çağın bilimsel devrimlerini bir paradigma olarak yorumladığını ve bilimin bir inanç sistemi olduğunu belirttiği görüşleri olduğunu söylemekte fayda var. Kitapta zaten bu yeniden ele alınarak Kuhn’un dediği gibi bilimadamların at gözlüklerine sahip olduğuna dair eleştirisine de cevap verdiklerini de bilim dünyasında tartışagelen bir sorun olduğu için es geçmek yanlış olur.
Kitabın bir diğer bölümü, psikanaliz, dilbilim, bilim felsefesi ilgili görüşleri bulunan Luce Irigaray başlığı altında başlıyor. burada da ilginç saptamalar var. Yazarlarımız, Irigaray’in Nietszche, Freud gibi isimlerin nükleer parçalanmayla psikolojiyi birleştirdiklerine dair iddialarının, hem tarihi bilgi hatası olduğunu, hem de bunun bilim nezdinde gereksiz bir bilgi olduğunu belirtiyorlar. Diğer yandan yine Irigaray’in e=mc²’nin cinsiyetleri ayırt eden bir formül olduğunu söylemesi üzerine tamamen saçmaladığını nedenleriyle anlattığı ve nükleer fizik takıntısını psikanalizde kullanmasının boş oklarla hedefleri bulmaktan öteye gidemeyeceğini belirtiyorlar. Buna benzer diğer saçmaladığı şeylerin akışkanlar mekaniği, matematik ve mantık gibi konularla cinsiyet kuramını ilişkilendirdiğini belirtebilirim ki okurken Irigaray’in ciddi olarak sarfettiği cümlelerin, gülmekten kendimi alamadığım ilişkilendirmeler olduğunu söylemeliyim.
Altıncı bölüm, bilim sosyoloğu Bruno Lataour’a ayrılmış olmakla beraber, onun görecelik kuramının anlambilimsel çözümlemesine dair açıklamaları, ana hat olarak, kitabımızın yazarları tarafından eleştiriye maruz bırakılıyor. Latour’un sosyolojik yansımalarıyla ele aldığı Einstein için getirdiği önermelerin, diğer bir önermelerle fizik bilimi çerçevesinde uyuşmadığını ve ilişkilendirilemeyeceğini, bunun yanında görecelik kuramının teknik içeriğiyle, göreceliğin pedagojisini ironik bir biçimde karıştırdığını görüyoruz. Burada bir ek bölüm verilmiş ve Physics Today dergisinin Lataour’un görüşlerine sıcak baktıklarını ve kendi görüşlerini yadsığını belirtirken, verdikleri cevap, Latour’un bir görecelik kuramı ustası olabileceğini ama niye bunu sosyoloji diliyle anlatma zorunluluğu bulunan birinin başka bilim dalından faydalanarak sosyolologların anlamayacağı bir şekilde ifade etmesinin gereksizliği ve hedef saptırma niyeti üzerinde dönüyor.
Yedinci bölümde yine bir ara verilip “Kaos kuramı ve postmodern bilim” başlığıyla, Jean françois Lyotard’in “Postmodern Durum” adlı kitabını baz alarak ve görüşlerini irdeleyerek katastrof kuramı, fraktal geometri, bilimin kendi evrimindeki “süreksizlik ve çelişki işlevlerini bilimin türevlenemez bilimin işlevlerini karıştırdığını, diğer yandan Pierre Simon Laplace, Henri Poincare gibi bilimadamlarının kaos ile ilgili görüşlerine yer vererek, tüm bunların ışığında nasıl bir akıl karışıklığının bilim camiasında oluştuğunu gözler önüne seriyorlar.
Newton Mekaniği’nin bir rönesans olarak kaos kuramında var olduğunu belirterek kaos kuramının iş yönetimi ve edebiyat çözümlemelerinde nice saçmalıkların oluştuğunu ve karmaşıklık ve de kendi kendini düzenleme kavramlarıyla karıştırılması sonucu elde edilen şöhret rantının hiç etik olmadığını detaylarıyla anlatıyorlar.
Sekizinci bölüm, ünlü toplumbilimci ve felsefeci Jean Baudrillard’a ayrılmış. Kendisinin körfez savaşı ile ilgili söyledikleri oklid uzayı ile ilişkilendirmenin nasıl bir mantığı olacağını, bunun gülünç olduğunu, fizik yasalarının tersinebilme özelliğinden bahsetmesinin tamamen anlamsızlık imgesi olduğunu , yine “kıyamet günü” ve “tarihin sonu” ile bir çok matematiksel ifade kullanıp birbirine bağlamasının tutarsızlıklarına değiniyorlar.
Dokuzuncu bölümün başlığında, dşünür Gilles Deleuze ve psikanalist Felix Guattari isimlerine rastlıyoruz. Michel Foucault’un da yüzyılın deleuze ile anılacağını ve onu “yücelerin yücesi” olarak nitelendirdiğini de baştan belirterek, kitapta yer alan bu iki insanın kaos, limit, riemann geometrisi, kuantum mekaniği gibi bir çok konuya felsefedeki görüşlerini aktarırken bilgiçlik tasladıklarını, kaos gibi konuları gerçek anlamıyla kullanmadıkları için yanılttıklarını, fiyakalı kuram olsun diye içine matematiği katmanın getirdiği yoz düşüncenin zararlarını, duyuların mantığını ya da kalkülüsün gizemli bir şekilde aktarılmasını deleuze’den dinlerken yaratılan akıl karışıklığının sorumlularından biri olduğunun farkına varması öğüdünü salık veriyorlar.
Onuncu bölüm; şehir tasarımcısı ve mimar ve teknoloji, hız, iletişim üzerine görüşleri olan Paul Virilio’a ayrılmış. Yine şehirleşmenin, coğrafyanın, tarihin “makroskopik zaman, uzay, atom parçacıkları gibi ifadelerle süslenip alacalı bir hal aldığı görüşlerinin yine ilişkilendirme saçmalığı olduğu, hız gibi bir çok konuda belirttiklerinin bir jargon çorbasından(hatta kalem ishali) ibaret olduğunu söylemekten çekinmiyorlar.
Onbirinci bölüm, -bana göre- dil açısından en yalın bölümlerden biri… Zira matematiğin ta kendisi mevcut. Başlık şöyle: “Gödel teoremi ve küme kuramı: kötüye kullanmanın örnekleri” Kristeva ve virilio”daki entelektüel görünme çabasıyla gödel teoremini buna yakışıksız bir şekilde alet etme şekline binaen, toplumsal konuların eleştirmeni olarak tanıtılan Regis Debray’in “Siyasi düşüncenin eleştirisi” adlı kuramsal öğeler içeren kitabında, ünlü felsefeci Michel serres’in bunu yüceltme yazınında, yine bir başka felsefecialain Badiou’nun öznenin kuramı adlı yapıtındaki Lacancı psikanalizi, matematiksel küme kuramını ve Badiou siyasetini birleştirip bunun temellerinden birini de sürey hipotezi dayandırılmasının yine tam anlamıyla saçmalık olduğunu matematik diliyle gösteriyorlar.
Son söz kısmına gelirsek, muğlak ifadelerin, postmodern söylemlerin, disiplinlerarası ilişkilerin bağnaz ve kökten kuşkucu olmaması gerektiği, yine bilimsel yöntem izlemenin ve bunun üzerine çıkarım yapmanın insanlığa, düşünceye, zaman kazancına olumlu katkılar yapacağına dair görüşler mantıklı bir şekilde yazarlarımız tarafından aktarılmış. Matematik ve fizik gibi pozitif bilimlerin üstelik ispatların çok çok önemli olduğu bu bilim dallarının, sosyal bilimlerde bu denli, kendi disiplinlerinin bulunduğu çerçevede sansasyonel bir etki bırakmak için kullanılmasının ve okurun zaten anlamayacağını bilip entelektüel görüntüsünü daha üst düzeye taşıdığını zannettiği maskeyi takıp, yeni söylevlerini dinlettirmek için malzeme olarak içi boş gözüktüğünün anlatıldığı bu kitapta, uzun uzun incelenmesiyle anlaşılabilecek pozitif bilim istismarının yapılmaması gerektiğinin gerçekliğini delilleriyle ortaya koyduklarından, bilim adına hoşnut olduklarını belirtiyorlar. Burada postmodernizmin tehlikeli bir akım olduğuna dair sonuç olarak gösterilebilecek ve kişisel görüşüm olarak da haklı bulduğum ve sonuçlarından yakındığım üç olumsuz etkiyi sıralıyorlar: ilki, beşeri bilimlere zaman kaybettirmek, ikincisi, gericiliği destekleyen bir kültürel akıl karışıklığı yaratmak ve sonuncusu, siyasi solu zayıflatmak…
Sonlara doğru kitap, duygusallık sezdiğim bir noktaya varıyor. Kendilerinin eleştirilmesini, feministleri, eşcinselleri, toplumsal muhafazakar marksist olarak tanımlamış şekilde algılatılmak istendiklerini ve açıkça hedef olarak gösterildiklerini belirtiyorlar. Çağın yeni bir sorunu olarak değerlendirilen marjinalliğin kurumsallaşması konusunda da üstü kapalı göndermelerle ve içine dini yoz politikaları da katarak düşünmeye davet ediyorlar herkesi.
Ek bölümünde ise; tertipledikleri kuantum ve newton mekaniğine, türevsel topolojiye, katmanlı uzay yapısına, kuantum yapısına, klasik genel göreceliik hermenötiğine dair bilimsel görüş safsatası olan ve sokal vakası olarak anılmasına sebebiyet veren makalenin tam metnini ve Social Text’de yayınlanmasından sonra bunun safsata olduğunu uzun uzun anlatan Sokal’ın yazısını okuyarak kitaptan tatmin olmuş bir şekilde ayrılıyoruz. [güncel takibi için bkz: www.physics.nyu.edu]
Sonuca bağlarsak; kitap benim gözümde yaşanan dünyanın dışında gerek pozitif bilimlerin gerekse sosyal bilimlerin birbirlerini nasıl baltaladığının perde arkasına bir örnek ve satın aldığımız kitaplar ve içeriklerine bakıp etkilenip yeni bir bilgi, görüş, bakış açısı edinebileceğimizi düşündüğümüz zaman bile bunun gerçekliğini, anlam görüntüsünü sorgulayamacağımız bir kollektif şuursuzluk içerisinde olduğumuzun, tekrar, güçlü saptamalarla ve araştırmalarla aktarıldığı, “Gödel Escher Bach”ı kategori dışında tutarak, son 5 senede felsefedeki önemine ve matematiksel yazına dair en aykırı, en düşündürücü, en güncel ama çok usta bir hamleyle maske düşüren kitaptır.
Unutmadan söyleyelim ki yazılarında ve söylemlerinde kitapta incelemeye alınan ve eleştiriye tabi tutulan kişilere ait görüşlerin, Türk entelektüel çemberinde bilinen bazı kişiler tarafından, dillerinde pelesenk olarak kullanıldığı ve tam anlamıyla manasını bilmeden tekrarladıkları bu düşüncelerin, bu kitap sayesinde, yüzlerine kitaptan gayrı vurulduğunu da aldığımız istihbarata göre belirtmek doğru olur.