Daima güncel kalacaktır ibaresini baştan söyleyerek, modern toplumun içinde sıkışıp kalmış insanın iç yapısına dair enfes romandır… Değişen toplumsal ve sosyal yapıya müdahale etme yetkisi bulunmayan ve çözümü yeraltına çekilmekte bulan ve sonrasında yeraltındaki çelişkilerini izleme fırsatı bulduğumuz emekli bir memurun ibret dolu hikayesidir bu…
Kilit cümlelerden biri; katillerin uygar kimseler olduğuna dikkat çekmesidir ki uygarlığın barbarlık mı düş mü olduğunu kitleler tarafından nasıl algılandığına bakarak analiz ederken , ‘araf’ının coğrafyası her geçen gün genişlerken ve konformist bireylerin yoğunluğu onu rahatsız ederken, gitgide toplumun değişimine karşı pasifize edilmesine de sebep olur. İçsel eleştirisini yaparken, bir yandan mutlak gerçekliği arar, diğer yandan ise insanın aradığını bulduğunda, ne yapacağından ve nasıl bir boşluğa düşeceğinden, ayrıca başka bir arayışının olma hevesini yitireceğinden mütevellit, kaygıları iyice artar. Bir çok insan ,derinlemesine soyut koordinatlarda kendi varlığını işaretlemek isterken, aslında ikiyüzlü bir şekilde, bunun kıyısından geçecek hamlelerde bulunur. Zira yerüstü ondan böyle bir mutlaklık istemez ama yeraltı insanı her zaman kalpgözüyle varolacak şekilde normlarla yaşam sürmesini istemektedir. Zaten ızdırab yüzünden de olgunluk yaşlarındaki bu emekli memurumuz, yukarıya çıkmak ister ve insanların kavgalarını ilgiyle gözlemler ve bunu da cazibeli bularak bir yandan romandan fight club senaristinin ilham aldığını anlamış oluruz. O kavgalar sırasında, kendini eşyanın tabiatı olarak tanımlayan subayı uzun bir süre takip eder ve obsesif bir şekilde onunla yapacağı düellonun hayallerini kurar ve adresini bulduktan sonra ona bir mektup yazmaya karar verir, yazar da ama aralarındaki sınıf farkının onları sağlıklı bir şekilde asla biraraya getiremeyeceğini bildiğinden gönderemez. Başka bir açıdan; 19. yy’da modern toplum tasviri olarak nitelenebilecek bu roman, eşitlikçi düzeni, özgürlükçü düşünceyi ve sosyal hakları sorgulaması nedeniyle sosyalist düşünceye de oldukça yakındır, feodalite ve aristokrasisinin karşısında ezilen insanın, artık öyle bir hal aldığını gözlemler ki “insan olmak bile bir yüktür” ve insanın soyut insan olmaya heves etmesinin, altıboş bir yapaylık içerdiğine dikkati çeker. “Öğrenilmiş çaresizlik” içinde kalan bu toplumun bireyleri, kendi etiyle kemiğiyle bir insan olarak kendini kabul etmeden yeraltından çıkmayı ummak, beyhude bir bekleyişten ibarettir. Ve biz de günümüzde de gördüğümüz gibi tarihin öznelerini değil nesnelerini önümüze -o sunuldu diye- yeriz.