Mar 102007
 

Ayışığında Yaygara
Geçmişinin derbederliklerini
geleceğin renklerine taşıyorum azar azar
sakın unutma! beklemeseydin beni
sevgime asla değmeyecekti nazar

Etrafımının yıkıldığı diyarda sarıldım sana
Kalbini mırıldanarak açtın bana
Çıplaklığını nefasetinle yatırdın yanıma
Mabedini esaretinle yıkattırdın bağbozumuna

Bak işte!
Gözünün önünde!
göl kenarında belirmiş karmaşalığımızdan bir temaşa…
Duy işte!
Kulağının içinde!
Ayışığında yükselmiş başbaşalığımızdan bir yaygara…

yüzlerce mum yaktıysam da çevrene
çıplaklığın parlattı geceyi
gezindim üstünde bir seyyah gibi
binlerce nağme bıraktıysam da evrene
besteledim sırtına teslimiyetini
o an aldım elime tüyden bir kalemi
köz olmuştu çünkü katranlı yüreğime
dudaklarının sessizliği..

Buram buram lavantalar sürdüm üzerine
delice çizdim anılarımı heryerine
fırçamın kayan sakinliği
daireyi saran hareketleri
başladı bataklıktan çıkışımızin hikayesi
nadasa bırakılmış bir tarla gibi
şimdi meyvelerini veriyor kaçışımızın neticesi

soluk soluk nefesimle uçuşuyor yelelerin
oluk oluk renk havuzunda yüzüyor göğüslerin
karanfil pembesi, papatya sarısı
menekşe mavisi, orkide beyazı
hepsi kokusunu salıyor dipdiri resminde
bir de kıskanç Ay’ın gümüş rengi bulaşmış tenine

sersemletiyor nemli dileğini sivriliğim
güldürüyor tüylü silleni gezinmişliğim
aniden dokunur dokunmaz ona
rengarenk saçlarınla çengelledin beni koynuna

düştüm yine çamsakızından gafletimle sırçaköşküne
kandım yine sızlanışımdan dişlerle cam gözlerine
boğuk bir ulumayla kanattık sızıyı
donuk bir geceyle ısıttık kanımızı

yine de taş attık şeytanın kahpeliğine
yine de kulak tıkadık arkadan söyleneceklere
çünkü bir tek balıkçıllar kesebilirdi sözlerimizi
çünkü bir tek vücutlar tanıyabilirdi resmimizi…

Reha Başoğul

Şub 142007
 

Gözyaşlarının Düeti Sessizdir

 

gecenin eli kulağında 

bir hanımefendi edasıyla 

mum ışığının 

gölge oyunlarında 

kızarmış büftek tadında 

konuşuldu seninle havadan sudan 

karanlık çok sıcaktı 

serinlemek için 

üzerinden çok sular aktı 

ter kokularının yerini 

binbirçeşit bitki özleri aldı 

dağları içine alan göllerde yıkanıldı 

ardından gölden yansıyan Sırlar Dağı’na tırmanıldı, 

Tabiat Ana nasılda doğurmuştu 

sanatkar yavrularını 

zaten gelmişti de 

asırlık darağaçlarının 

güller açma zamanı 

o an şu gönül görmeyi diledi 

Papatyaların Tacı’yla saçlarının tanışacağı anı… 

 

kabul etmek lazım 

ürkektik ikimiz 

bir ceylan kadar 

meraklıydık da 

iki yürek tek bir bedende nasıl atar 

soruyorduk geçmişimize 

yaz gününde kelebekler nasıl uçar 

ne zaman arayacak bir nektar? 

 

sessizce yaklaştı Gözyaşının Çocukları 

çevirdiler etrafımızı 

eskilerden ve yenilerden 

acılı bir fener alayı 

gören gözlerim ne kadar hissedebilirdi ki 

sol anahtarıyla kilitlenmiş kalbini 

bastonların sana olan sevgisini… 

o bastonlar yüreğimi deldi geçti 

her yere değişinde 

her makamdan dinleyişimde 

açıldı gözüm 

buğulandı yüzüm 

o Sevginin Nefesi’yle… 

 

tam da sırasıydı 

balkonuna kadar gelmiş bak 

elindeki sihirli değnekle Uykunun Kızı 

dokunuldu onunla ufak bir deryaya… 

bir aslan, rüya görür müydü 

görse gökyüzünde yürür müydü 

Aslanın Rüyası düşlerime gözükür müydü… 

takıldı kafama işte 

ağrılı sırtının nefesimle ısıtılmasına kadar 

şehrin ışıklarının bir perdeyle söndürülmesine kadar 

Uykunun Kızı’nın onunla kaçıp gitmesine kadar… 

 

kim inanırdı ki 

o Sevginin Nefesi 

Buselerin Kırmızılığı’nda 

bir Aşıklar Sandalı’nı 

yanaştıracak Ruhlar Limanı’na 

karşılayacaklar bizi 

dilimize doladığımız 

Gözlerimizdeki Şarkı’yla 

tenimize sürdüğümüz 

Nefesimizdeki Koku’yla 

çalınan Aşkın Alfabesi’nde 

sevgi sözcüklerinin bulunuşuyla 

iki bedenin birleştiği 

İbadetin Mısraları’yla 

 

olur olmaz demeyin 

Gökyüzü Çeşmesi’nin altında sevişti birileri 

inanmamazlık etmeyin 

yeraltına gizlendi Gazabın Perileri 

duyduk duymadık demeyin 

ortaya çıktı Süt Anneleri 

emzirildi Yağmurun Bebekleri 

kutsandı Toprağın Kudreti 

çözüldü Meryem’ın dili 

şehre uçtu Masumluğun Güvercinleri 

altın ok, gümüş yaydan fırladı gitti 

gitti bir kelebeğin içine girdi 

girdi ve Ateşin Oğlu istendi 

o geldi ve Suyun Kadını’yla evlendi 

Çardak Bakireleri’yle bir düğün senfonisi bestelendi 

Gözyaşı Çocukları’nın korolarında söylendi: 

 

sen ve ben kadar 

şehirli bir günah dedikodusu 

sokaklardaki yollara tohumlarını ekiyor 

 

sen ve ben kadar 

dökülen sonbahar yaprakları 

azaptaki şeytanın yüzünü saklıyor 

 

sen ve ben kadar 

özenle süslenmiş Japon Bahçeleri 

İlhamın Rüzgarları’yla sulanıyor 

 

sen ve ben kadar 

iffetli Gecelerin Kraliçesi 

Ayışığı Kralı’nın önünde soyunuyor. 

 

sen ve ben kadar 

zevke dalmış Deniz Civcivleri 

kanatlarını okyanusa sarmış, çiftleşiyor 

 

sen ve ben kadar 

ıslanmış nilüfer çiçekleri 

Ormanların Uğultusu’nda süzülmüş yol alıyor 

 

sen ve ben kadar 

yorgun düşmüş Varoluşun Elleri 

kapılarını ardına kadar açıyor 

 

sen ve ben kadar 

güçlü Kartalların Mecnunu 

tüylerini kabartmış uçmaya hazırlanıyor 

 

sen ve ben kadar 

geçmiş Tanrıların Çelenkleri 

onların parlaklığında yok oluyor 

 

sen ve ben kadar 

firarı verilen düşlerde 

Ayçiçeklerinin Yüzü güneşini arıyor 

 

sen ve ben kadar 

özlemle kavrulmuş çalar saatler 

şimdi tövbekarlığa kurulmuş 

Zühre Yıldızı’nın doğmasını bekliyor

 

Reha Başoğul

Şub 142007
 

Evrensel Korku

 

durduk yerde buhranlandın akşam akşam 

yanık günün tuzunda eridim 

yılan gibi kıvrıldın gönlümde 

okyanusa sarıldım üstümü örtmeden 

 

çizgiler neydi teninde 

fırtanın izleri mi yoksa acının darbeleri mi 

yorgun düşmanla ikinci bir savaş niye 

zamanı uçur gönlünde, ara kendini bende 

 

yangınları say bahrında 

kıvrıl hücrelerinde hızlıca 

damarlarındaki şarkılarına meze ol 

sazlıkları ara kanının son damlasında 

 

yalnız bir çocuk düşün kalbinde 

ulaşmadığın, bilmediğin birini 

kendini hapsettiğin ama tutuklu kalmak istediğin 

ona var, onu hisset çaresini bilmeden, umursamadan 

 

ezgileri gördün mü orda 

kılıcınla kesebildimi her birini 

taşın ağırlığını bildin mi üstünde 

ucunu çözelebildin mi ipin 

 

kızdın mı bana, aradın mı beni tutsaklığımda 

nice yürek eskittin başka maphuslarda 

oysa ki bakmadın hiç içine 

sormadın beni kendine 

 

uçurtmaları hatırlatma bana, 

dönen fırıldakların haddi hesabını 

hafızama yenik düşürdün 

saf gülücükleri gösterdin, kirletmeden 

yıkıl karşımdan diyemeden 

içimde filizlendin herzaman, aniden 

 

sen kimdin beni üzmeden anan 

yaşlandıkça küçülten, soruldukça yanıltan 

tanıyamadım seni bir türlü 

nolur yine gel, yine uğra bana…

 

Reha Başoğul

Şub 112007
 

Erken Boşalan Şiir

 

Siz hiç gördünüz mü 

bir akrebin 

vaktinden önce kendini soktuğunu 

ya da dişi kurdun 

doğurganlığını tutkusuna kanıt olarak sunduğunu? 

 

hiçbir ağaç 

kök salma duygularını bastırmış mıdır 

üstünden geçen uçağın 

yaprak zarını sersemletişinde 

veya üst komşusunun bir fincan kahve hatrı 

mâni olabilir mi 

azgın martının kanatlarını erkeğine sürtmesine? 

 

kimse tahammül edebilir mi 

şehrin göbeğinde 

doğal seçimin kulağını yalayan 

ve göbeğini emen erkeğe 

sokak arasındaki köpeğe ettiği gibi? 

 

bana sorulabilir mi şimdi 

insanlardan gayrı 

Ay’daki kahve falına bakarak 

niye üç vakte kadar 

tulum içinde beklerim peynirimi 

ya da burada gürleşir 

ve vaktini bilir horozun sesi? 

 

çünkü çatlatarak şehrin göbeğini 

akarsu yatağında 

ve tavuğun coşkusuyla dile gelir 

üstelik doğanın bozulmamış rahminde 

sevişmeden önce aşılır 

ve yazılır erken boşalan şiir 

 

oysa ki 

bir erkek belki affedebilir 

vaktinden önce 

kadının içine erkenden boşalmasını 

ama ya şiir 

şiir aşabilir mi bunu 

rahmine girilmeden 

ve soyunabilir mi 

duygularını içine dökmeden 

hem de kendisinden gayrı? 

 

dikkat çekicidir ki; 

 

bu yüzden tarihi zehir 

doğa yasalarının çıplaklığına tabidir 

asla onu tatmin etmez 

ve elenir erken boşalan şiir

 

Reha Başoğul

Şub 062007
 

Nasıl?

Ellerimle yorgun yüzümü traş ederken
görevi bitip giden deri hücrelerimden ne farkım var şimdi?
neyin tazeliği neyin eskimişliği…
Aynaya yaklaşıp bana bakarken
senin kadar geçici olmadığımı kim söyleyebilir ki şimdi?
çekilirsin oradan
ve yok olur tüm görüntüm doğadan…

Tanıksız bir cenk,
soluksuz bir kelam mahkumuyum.
eşkalimi asmışlar geleceğin bahtsız suratlarına,
oysa ki çoktan hazır benim tabutum.

zamanın arkamdan hançerlediği gövdem
sabırsız bakıyor artık içimdeki dem
çocuklarımın göğüslerine ektim çiğdem
erbabına sorarsanız beni istiyor sanem

yetişemedim taş basılan kursaklara
üzülemedim sabun yapılan balinalara
söyletemedim hile karışan tartılara
soramadım bunları yürek okşayan kavuştuğuma

kendimin ibretini kaybettim
özgürlüğümün tezkeresini verdim
günah kefenini
üstüme göre biçip giydim.

yine de soyup çıplak bıraktılar beni ağaçlar
alnımda yazılana bakmadan yürüdüler benimle kuzular
yol nereye götürür bilemesem de
bekliyordu beni iki türlü sefaret
ya olacaktım bir esrarkeş
ya da basit bir simkeş…

varoluşumu arıyorum
varedenimi…
bana söyleyin nolur
nasıl varız denir
nasıl yokuz denir de
üstümüze başımıza bulaşmaz çamur?

Reha Başoğul

Ağu 062006
 

Ölü Cenin Hatıraları
yine o savaşçı deli kadın
soyunun kabuğunu soyuyor
ağlayan doğum ormanlarında
başını çeviriyor günışığı
bir batımlık soğuyor zaman
kalbini dağlıyor sırtlan gülüşü bacakları

yine o savaşçı deli kadın
üstünde kirli çamaşırları
akıl suyu değirmenleri altında
pamuk tarlalarına kayıp gidiyor akıntısı
bir batımlık soğuyor zaman
yüzük parmağında kalakalmış yılan dili acısı

yine o savaşçı deli kadın
rüyasını anlatıyor sürünün sonuna
baharı teselli ediyor karçiçekleri
posasında serpili kum yasası
bir batımlık soğuyor zaman
kozadan çıkartılıyor baltaların sapı

yine o savaşçı deli kadın
ateşten şişlerle örüyor
göz arkasındaki bezleri
inkar ediyor yalnızlığını
bir batımlık soğuyor zaman
dizlerinde kesik düğüm kalıntısı

yine o savaşçı deli kadın
köle siyahı biriktiren ayaları talip
diri diri bayıltılan günahlarına
tek celsede boşaltılıyor yaşamı
bir batımlık soğuyor zaman
buz üstünde bulunuyor kalem kutuları

yine o savaşçı deli kadın
dişlerini arıyor sokakların yırtık cebinde
öykünüyor yelkenli merdivenlere
sıçramış düşlerine sarı adımları
bir batımlık soğuyor zaman
sesinde kızarmış duvar yazıları

yine o savaşçı deli kadın
tüylerinde mandallı çığlıklar
kusarak çizmiş hortlakları
görgü tanığı gardiyanları boğazlıyor tualini
bir batımlık soğuyor zaman
koltuğuna dikiliyor masabaşı çıngırakları

yine o savaşçı deli kadın
dudağında yükseliyor uçuk takımadaları
kaşlarını geriyor çarmıha
göğüs kemiğine bağlanmış kuduz köpek tasmaları
bir batımlık soğuyor zaman
omuzlarına düşüyor asırlık çam ağaçları

yine o savaşçı deli kadın
ödlek ellerine küsüyor suratı
kendi yurdunda bozgunda eklem yuvaları
görülmemiş bir kuşa aşık
bir batımlık soğuyor zaman
kolunu da uçuruyor kanatlarının hafızası

yine o savaşçı deli kadın
kazıyor gökten altı başlı Ayışığını
deri pazarındaki ucubelerle
akik taşı savaşlarını anlatıyor
bir batımlık soğuyor zaman
karaya vuruyor ölü cenin hatıraları

Reha Başoğul

Ağu 052006
 

Kaç
Çiçekler dul kalmış özünden
koklanmıyorlar artık delgilerin berisinde
beşikler karaya, mezarlar pembeye çalmış
eminim bir gün buluşacaklar aynı yerde
çoğullanan bir durağanlık var
penceremin nefessiz bulutlarında
‘geliyorum’ dediklerinden fazla
‘gidiyorum’ dediklerin bu donuk akşamda
şimdi özgürsen kesmeye başla kuvarsı
yansımalarını yok et ve parçalanmadan yaslan suya
dansı kıvrak ellerinden kopar, dola boynuna
kuzguna dönüşsün gözlerin ve
dudaklarıma uçsun her bir zehiri tattığında
yüksek dikitlerin gölgesinde
anıların için değişiyorsa ruh halin,
asla serinliğini takas etme körpe esintiye
kaç! ve orada olacağını bilenle konuş
ikindiden akşama yaklaşan bir çözümsüzlüğün asaletiyle

Reha Başoğul

Tem 142006
 

Ölümüm Ele Geçirdi Kalemini

Sürgüsü çekilmiş gözlerimi açtığımda
beni yücelten kalemler gördüm mezarımda
acıtmak mı istiyorsun ölümümü yoksa
rahmine girmek mi yine anadan doğma?

uslarım için yaratmıştım parmaklarımı
türpülemekti amacım köşeli hatıralarımızı
bostan korkuluğu gibi dikildiler karşıma
korkmamı istiyordu acı tarlaları

üstünkörü yazgılar için
tırpanladım korkularından kaçanları
edepsizdik hepimiz bir o kadar da taze
yalnızlığın için ekmiştik tohumlarımızı

bende bilirim çiylerin tabutuma akışını
süzülen sarının beyaza kaçışını
ama bilmekten öteydi sensizken çürüttüğüm sancılar
tekrar doğurtmak istemiyorum yüreğinde ölümümün kışını

çünkü çoktan donmuş olmalıydı sendeki hislerim
sanki çığ altında kalmalıyım dediğim bir seçim
bir kez olsun kurtarma derinlere gömülmüş sevgimi
bırak karların altında sessizce uyusun seni isteyen sözlerim

istemez miyim sanıyorsun özlemeyi
anmaz mıyım sanıyorsun gözlerime değişini
gökyüzü dolunaya sarılmışken
aramaz mıyım sanıyorsun sevişmelerimizi

toprak altında olsam bile
çağırışın hep kanımın akmasını istiyor
al işte bir damla daha ölüm kurban ediyorum
yokluğumu kemirip bitiren sesine

bu gece sabaha karşıma alarak
konuştum senden kaçan beni artık susturman için
isyan bayrağına silmişken bana bakan gözlerini
’anılarımda asla figuran oynamaz’ demesini bilmeliydin

satır aralarına gizlenmiş esrimelerinle
kalemini ele geçirmeliydim
boğmaya çalışsam da onu mürekkeple
yüz kırbaç vursam da sırtına biliyorum ki
özlemini kağıtlara dökmekten hiç vazgeçmeyeceksin…

Reha Başoğul

May 082006
 

Küller
Kısık sesle bir çığlık attım cihana
Ağlamaya başladım yalnızlıktan sonsuzluğa giden yolda
Gülücükler saçan hüzünlü palyaçoyu aradım gül bahçelerinde
Ama ızdırabın ölümü hepsinden acımasızdı

Kırık bir oku çıkardım gönlümde
Saf sütü kustum sonunda içimden
Olta attığım kırmızıya beyaz bulaştırdım.
Günleri afaroz ettim mağaralarda

bir kılıç aldım elime
ve biçtim sazlıkları
ölümle burun buruna gelenleri
kafasını kopararak kurtardım

İşte gücün adını koyan sen
Bana verdiğin gözleri
bu uğurda akıttım
Kanımı şerefine kaynattım

Sisin kokusunu
Yaramın tuzunu sevdim
İliklerimdeki soğukluğunu
Kalbimdeki deriyle sakladım

Ellerim yüzüne değdiği her an
Bİr filizin yandığını gördüm
Seni yoketmek isterken
Köpeklerini besledim

O bebekleri arıtan bir kase biliyorum
Yünle kaplanan bir elbise
ÇArşafla kaplanan bir alın
Bunlar benim sana hediyem olsun.

Ancak,
Bilmelisinki
Bu savaş benim değil
Herkesin
Ama Sen beni ilk sıralardan tanıyacaksın

Ve son sıraya geldiğinde adımı anacaksın.

Reha Başoğul

Nis 122006
 

Yal(n) an Mumlar

ışık nesebinden büyük sayılırmışsın
ama gece hakkında ipe sapa gelmez konuşuyor
davet ettiğin gözlerinin doğumgününde
sayacağım bakalım üstünde yal(n) an mumların yaşını
zaten artık yüreğimde kimse onlar kadar uzun yaşamıyor

Reha Başoğul

Şub 252006
 

Yaptım

Arkasına bakmadan gitmek dedim
gözucuyla bile dönmemek dedim aşka
sihirli kavanozların kokusunda
kızgın yüreklerin sesi bağrımda dökülü kaldı.

irkildi bedenim eziklikte
gösterişten uzak barajlar aşsam da
bir minik kalp kapakçığında beslenen
gergin sinirlerde kaybettim soluğunu

ölümcül günün yıldönümü bugün
karların izinde bulamadığım sesini
gözlerindeki ışığın aydınlatmadığı çadırımda
yumruklarımı başıma vurup ağladığım gündü tam bugün.

seneler gezindi zamanda
sen bir türlü gezinemedin kaldın dilimde
bir uçurum astı, çiviledi beni
bilinçsizce aradım adını anacak bir takımyıldızını silüetinde

çok sessiz düşler ve arkadaşların
ne kadar sevgi açtın yapraklarında sonraları
bir hata, bir sıla kadar olamadı gülümsemen
son anında ‘üzülme sakın’ demen

ne sözler verdim anılarıma
ne kalın kitaplar bitirdim uğruna
anlatamadığım aşkımdın
şimdi ise tutunamadığım dalım

oysa ki bir dağ daha bekliyordu bizi
bir şarkı daha söyleyecektik orada
bir tepede daha adımızı yazacaktık karlara
bir hayal daha yeşerecekti ay ışığında

nokta dedin oysaki bütün bunlara
beni bana hapsettin yas kokan odalarda
az geçmedi o zaman
az düşmedi yere kan

şimdi sen ordasın ve kimi zaman ellerimde
ve kimi zaman beslediğim kelimelerimde
hiç kızmadın bana biliyorum
ve arkankandiler hiç sormadı bana seni

sen bir gelindin beni ormanlardan soran
bir gemiydin açılan okyanusumda yelken açan
bir suydun özümü sevgiyle boğan
bir ruhtun bedenden öte olan

şimdi burada ve yılları yanıma alarak
istediğin gibi
bir mum bir gül ve bir kırçiçeği
en sevdiğin ses olan cırcırböcekleri

az zaman kaldı doğumuna
buluştuğumuz zaman asacağım fotoğrafını
gel kal diye dönme yıldızlara
verme artık leylaklarını, sinme artık kazağıma

gel artık tekrar yüreğime
ve gözüm ol yeniden bedenimde
dudaklarımı karıştırsın yüzün
önünü görmez olsun öksüzün

biçimsizim biter geçer oyalarına
yaptığın ebrulara dalar düşerim
senimi ararım boyalı sularda
belki olur benden bir tane daha

‘üzülme’ dedin, ‘gül’ dedin son boşlukta
‘hatan yok’ dedin ‘seviyorum’ dedin
‘özleme’ dedin, ‘beni doğada büyüt’ dedin
‘yaptım’ dedim, her gün için için
her gün senin için…

Reha Başoğul

Eki 162005
 

Pazar Nedimesi

posta güvercinleri…
artık daha sever oldum,
daha sevecen, daha beyaz bakıyorlar artık bana…
hiç de soğuk değil
ve hiç de eskisi kadar yavaş atmıyor minik kalpleri…

sıhhatın sabun köpüklerini patlatan
çocuk gibi oynamak bu sokak aralarında
ve her geçen anın adını koparmak gül yapraklarından…

sessiz konuşmalar söylenecek
sallanan sandalyeler üstünde
ve ebrularda yüzünü çizmeyi beceremeyeceğim yine belki..
bu kaçıncı sergi bu kaçın resim diye saymıyorum artık
ve artık sadece suyun özüne dalıyorum
bir yunus gibi ve Yunus’un içerisindeki deli gibi…

sadece bir obua sesinin hızında yazacağım adını sulara
ve kimse tanıyamayacak böylece yüzünü
sözünü kalbimin kapakçıklarında kanatacağım
ve salacağım atardamarlarıma…
hiç temizlenmeye gerek duymayacaksın orada….

ne denli iri kar taneleri yağıyor artık kitaplarıma
ve soğuyor iyice yazdıklarım
ve sıcaklıklarınızın arasından
sadece enerjiniz
ve bana bakan gülümsemeniz düşüyor
ve bir taçla tutturuyorum onu boş sayfalara…
hiç yazı olmasın istiyorum orada….
sadece düşlerinizi çizmek
ve boyamak istiyorum kara kalemle kalınca….

bir tazecik gül kurusu oldun artık sen
ve neşelice bakıyorsun artık etrafa özgürce…
ya bizlerden ne bıraktın
yıkayamayacağım kokulu pelerinin dışında
ve dostlarım orada mı
soruyorlar mı beni
‘ne yapıyor bizim deli? ‘

şu erkekler niye bu kadar açlar kadına
ve sonra niye bana patlarlar kadınlar
yolda, sokakta, telefonda ve lafta…

işte birini daha aldı benden
erkeklerin bu açlığı
ve çeviremeyecek artık
gül kurum telefon tuşlarını…

orada yaşama düşlerini
ansiklopedilerde bile göremeyeceğiz
artık ilerde…

annenin gözkapaklarına sahip olamayaşını,
babanın mezarsız oluşuna yanışını
ve küçük masum mavi gözlü kardeşinin bağırışlarını ise
duyacağız kulaklarımızda hep birlikte…

ve bilinmez gözler olarak bakacağız
ve artık sarılamayacaksın bana biliyorum
ama yüreğimde saklı kalacaksın yine…

hep bunlar yazacak sinema afişlerinde
ve sadece senin oynadığın bir başrolde
neon lambalarda kahkaha atan fotoğrafın düşecek
şehrin ve doğanın yakamoz lağımlarına…
ve filmin sonunda yazılanlarda alacaksın ödüllleri..
en iyi yönetmen, oyuncu, müzik ve kostüm…

benim hayatımda en iyi filmi olmayacaksın belki ama
ya onlara ne demeli?
ya onlar kimi alkışlayacaklar şimdi
tek seyrettikleri bu trajedi filminde?

anlamsız şakşaklardan başarı öykülerine
sadece sözlükteki adını bilecek herkes
ve tazecik bahçelerde düşleyecekler seni…

bir sevgilinin hediyesinde gülümseteceksin sevileni
ve genç kızlar sürecekler bazen seni boyunlarına işveli…
ya bülbüller?
hep onlar sana aşık olacak değil ya
şimdi sıra sende artık
nidaların onlar için atmalı
ve teşekkür etmelisin onlara….

ben ise sadece susarak alkışlayacağım seni
kaderin cilvesindeki rolümde…
hep bana düşer bu suskunluklar zaten
ve ölüm denen kurtuluşun açıklamasını yapmak da
sızar yapılan konuşma programının son satırlarına..

ne meşhur adammışım ben ki
şu ölümü tatmadan anlatmak
ve özümsetmek olmuş benim görevim..
bi tatsam zaten ne kadar silecekler gözyaşlarını
ve ne kadar gözükecek dişleri?

huzur rüzgarları ve gözlerindeki ışık yıldızları…
bunlarla bırakıyorum seni yeryüzüne
ve ne mutlu ki birinin daha mezarı gözükmedi yüzüme?
sanırım bu yüzden ölümden hiç korkmadım
ve senin gibi susadım obuanın notalardaki saltanatına…
benim için çal
her baktığım resimde
her dinlediğim müzikte
her soluduğum nifakta…

ve gülümse
senin için yaratılan yeni yemyeşil ve berrak denizde
ben mi?
beni düşünme
ben yine saka kuşu gibiyim merak etme
her gözü oyuluşunda daha güzel ötüyorum
ve doluyorum ölüm türkülerini dilime…
birazda fırçamı süreceğim
sudaki bana bakacak akisine
neyse unut bunu beceremeyeceğim gene
sen mi?
sense bir şahin kadar asil bakıyorsun biz fanilere
ve yüzün bir deniz perisi kadar nur gözüküyor gözüme
umarım sözünü unutmazsın

gülümse….
babalar gününde bize verdiğin hediyeyle gülümse ki
saka kuşun coşsun pazar ilahisiyle
pazar nedimesiyle….

Reha Başoğul

May 022005
 

Kırmızı Pabuçlu Hayal Perisi

el fenerlerinin yumuşakça dokunduğu
dişleri olmayan bir yüzdü o gece gözüken
çamurdan ayaklı ve elleri titreyen
dağınık saçlarıyla ve korkulu gözleriyle seçilen
ufacık ellerini kıymıklar süslemiş
bir güzeller güzeli çıktı yıkık evden

acımasız gecenin kurbanlarını
gördüklerimize inandıramamıştık
kayıp kalplerini durdurmuşken
güzeller güzeline gelmemişti onlar tanıdık

içini ısıttıktan sonra
konuşturabildi yüzü temizlenen
masalsı bir rüyada
hatıraları karıştıran
düğmelerle süslü kutuyu konuşturursa
bir hayal perisi gözükürmüş ona
kırmızı pabuçlarıyla
yıldızlara basa basa
gökyüzünde dansedermiş aklın sıra

yapraklar sararmadan hüzünden ayrılınca
mevsimler beyazlamaya başlayınca
uzun bir rüyada
bir hayal perisi yaklaştı bana
çıkartmış kırmızı pabuçlarını
götürmemi istiyor kendisiyle o gece konuşana

saçlarına ak düşmüş mevsimden
trenler korkup kaçışırmış
yıldızlar koşarken penceremden
canlandırdığı elektrik direklerine
hayal perisi sarılmış, bana bakar
çok da sabırsızlanırmış

eskimiş kilimle dolu
içinde ocak olmayan
bezden eve yaklaşınca
kıpırdanmaya başlamış
kırmızı pabuçtan yürekler
diller mazide gezinince
kucağa gelirmiş inci dişler

kıvılcım seslerinin ortasında
mutluluk dansı yapılınca
tutulurmuş ufacık ellerden
çıkılırmış karanlığa.
gözler çiçek açtığında
bir nefes üflenirmiş
mavi hırkası sökülmüşün kulağına
seslenecekmiş ona masalsı bir rüya
aklın sıra
o hayal perisi yaklaşıp
uzun uzun konuşacakmış onla
mevsimler yeşillenmeye başlamadan
pabuçlarını takmayacakmış ayağına
o gün gelinceye kadar
dansetmeliymiş onun yerine karlarda
eğer dediğini yapıp
bu sırada bakarsa yıldızlara
hep bir gülümseme belirecekmiş
güzeller güzelinin kırmızı pabuçlarında…

Reha Başoğul