Kim Bilir?
hani
sorarırız ya
birbirimize:
bu dünyayı
çok okuyan mı
çok gezen mi bilir?
ben;
hem çok okudum
hem çok gezdim
ama hala cevabını bilemedim…
kim bilir
belki de
çok soran bilir…
Reha Başoğul
Son Nefes
Düşündüm ki;
insan son nefesinde
neleri doldurur içine
ve çeker
bitmesini istemezcesine.
düşünsenize
son nefes
son an
son düşünce bu
o son nefeste
Düşündüm ki;
insan son nefesinde
yalnızca aşklarını çeker içine
düşünsenize
aşık olduğu zamanlarda
düşünmüşlerse
hangi aşkı ölümsüz
hissetmişlerse
bitmesini istemezcesine
onları düşünürler
o son nefeste
Düşündüm ki;
bu konuda da hiç yazmamış şairlerde
bulamadım son nefeslerini hiçbir dizede
düşünsenize
her anı anlatmak için düşünüp
şiire aşık oluyorlar
bitmesini istemezcesine
son nefese gelince
hiçbirşey yazmadan
kaçıp gidiyorlar
o son nefeste
Düşündüm ki;
zeka bu yüzden verilir
Ve hisler
en derin nefesini alır
bitmesini istemezcesine
o son nefeste
Düşündüm ki;
aklımı düşününce nefesimi
nefesimi düşününce aklımı kaçırıyorum
ben çok düşündüm dostlar
son nefesimin vereceği karar:
düşünmek akla zarar
ne kadar düşünmüşsek
kabirde o kadar azab var
Reha Başoğul
Mutluluk Oyunu
İnsan
korkar
mutlu olmaktan
çünkü
emin değildir
kendinden kaçırdıklarından
insan
sapar
anılara dokunmaktan
çünkü
emin değildir
güçlüyü oynamaktan
insan
bakar
çıkmaz sokaktan
çünkü
emin değildir
yoluna kusacaklardan
insan
ağlar
yalnız kalmaktan
çünkü
emin değildir
boşlukta solacaklardan
insan
kusar
gecesiz karanlıktan
çünkü
emin değildir
ışığın doğurduklarından
insan
kaçar
gerçeği duymaktan
çünkü
emin değildir
yüreğine bakanlardan
insan
solar
buruşmuş kağıttan
çünkü
emin değildir
kalemin ağlamasından
insan
doğar
yargısız tabiattan
çünkü
emin değildir
ölümün korkuttuklarından
insan
oynar
mutluluk oyunundan
çünkü
emin değildir
insanlığın sapacağından
Reha Başoğul
Neden?
Neden tilki gibi bekleriz hep geceleri de
sinsice düşünür ve gündüzü def etmek isteriz inimizden
yavrusunu koruyan anne gibi
içimizin yaşaması için savaşırız her gece gündüzle?
Neden hep zorlukları göğüslemek isteyip de
basit anları gözümüzün önüne getiremeyiz
ve basitce bakamayız kendimize
nasıl olur da sevgililerimizin özünü kabul ettiremeyiz gözlerimize?
Neden mucizeler aradık birbirimize inanmak için de
göremedik bedenimizin her köşesinde saklı olmayan mucizeyi
çok mu basit gördük bunları
ve bunu anlatabilmek için mi soluttuk ömrümüze havayı?
Neden hem uygarlık marşlarıyla coşup da
hem anlatamadığımız acılarla uyuştuk sessiz bir köşede
başkalarının acılarıyla kendimizi susturup
aklımızı kanattık dışarıya doğru?
Neden hep korkularımızı sevdik de
onları gerçekleştirince sevindik
bu yüzden mi savaşlarda kahramanlar yarattık
ve evlerde korkaklar bıraktık?
Acaba acı duymaya bağımlı kaldık da
kemanların konuştuğuna mı inandırdık kendimizi
ve bunun için mi paylaşmak istedik dostlarımızla
yalnızlığımızın bizi daha güçlü gösterdiğini?
Acaba boşlukta yaşamaya alıştık da
neyi ondan mı üfledik tersten
ve bu nedenle mi döndük acı güneşinin etrafında
bedene sıkışmış gezegenler gibi vurduk demden?
Acaba ağlamakla mı boşalttık kinlerimizi de
yine annelerimizin şefkatini özledik
içimizdeki o özlemi
kinlerimizi yok etmek için de karşımızdakine söylemedik?
Neden hep gizemli bilgiyi arar olduk da
esir ettik insanlığın her bilgisiyle kendimizi
bilgi edinip, özgürlük isteyip efendi olunca
hemen haritalarda sınırları çizip hiçliğe kapılmasını istediğimiz köleler diledik?
Neden hırslandık sahip olma gücüne de
çocuğumuzun yaşayacağı yerlere çöpler döktüğümüzü önceden göremedik
orada kokacak çöplerinse
bizim hırslarımızın yenisi getireceğini bilemedik?
Neden sevişmekten korktuk ve gökten yalanlar bulaştırdık ona da
yanımıza yalnız kalmamak uğruna yeni korkaklar topladık
neden ateşli sevişmelerimizi anlatamadık etrafımıza
ve samimiyetimizi ifade etmek için çaba sarfetmek zorunda kaldık?
Neden bedenlerimizi günah diye mimledik de
onlara bakamadık bir ressam gibi
anlatamadık çıplaklığımızın da bir çiçek bir dağ gibi
koklanması ve keşfedilmesi gerektiğini?
Neden doğadaki kutsal bilgileri çalıp da
onu yok etmek için kullandık
sonra evlatlarımıza saray bırakırken
yemyeşil kokulu ağaçlar istedik bahçesinde?
Neden hep uzaklarda olmayı istedik de
yanımızdakilerin de o bilinmeyende olmak istediğini görmedik
söylemeye korktuk mu çevremizde hesap verecek kimse görmek istemediğimizi
ve hala direttik uzakların, bulunduğumuz yerden daha güzel olduğunu söylemeyi?
Neden hatalarımızı anlamadık birbirimizin de
bunun için mutsuz insanlar olduk hepimiz
bunları kabuğumuza korumak adına her gün birbirimizin yüzüne vurup
baskı kurduk oynadığımız bu saçma oyunda kardeşimize?
Neden bu oyunu oynadık binlerce yıldır da
bir an için sevgimizi kalbimizin tozlu çatı katından indiremedik
ve orada bulduğumuz hafızamızın çektiği fotoğrafların
sadece siyah-beyaz olduğuyla kandırdık beynimizi?
Neden karşımızdakinin içindeki özü görmedik de
kendi özümüze ağ ören nefreti yakıştırdık ona
ve her gün kimse beni anlamıyor deyip
aslında herkesin şarkısını söyledik dört duvar arasında?
Neden bu yüzden yalnız kaldığımıza inandık da
intiharlarla yırttık hayat tuvalini
düşünemedik aslında çoğunluk ve bir olduğumuzu
insanlığın mutluluk resminin renksizleşeceğini?
Neden oyaladık bunca yıldır insanlığı felsefi karşıtlıklarla da
kral çıplak ve aşık diyemedik çocuk saflığında
Güç lanetine kapılıp büyük olmaya özendik de
o zaman neden hep çocukluğumuzun özgürlüğünü özledik?
Neden tanımlama ihtiyacı duyduk herşeyi de
hissetiklerimizin ve düşündüklerimizin mezarını kazdık
herkes farklı tanım koyunca haliyle ilim pınarının önüne
önyargıdan barajlarlarla set çekip akamadık sevgi denizine?
Neden bir kez olsun hayallerimize korkularımız kadar şans vermedik de
cenneti boyayamadı yeryüzüne dillerimiz
acaba hep mutlu kalmaktan, daha mutlu olmadan korkuyoruz da
yine cehennemi istiyor haşarı hayallerimiz?
Neden bu kadar soru işaretiyle doldu gözlerimiz de
cevabın sorunun kendisi olduğunu söylemedi bir türlü geçmişimiz
soru işaretini kullanmanın nokta kullanmaktan daha barışçıl olduğunu
bir türlü yediremedi kendine kibrimiz?
Reha Başoğul
Mektup
Değiştirilemeyen acı diyarında…
Tarihi kandıramayan bir yavuz
saat seherin dördü, azbuçuk geçmiş dokuz
çarpışmalar, top sesleri,
düşen soluksuz
kantar ise yine topuzsuz
korkunç sesin toprağı kaldırdığı devran
zeytin saçlı bebek yerde, ağlamayan
kanı kurumamış, mektuplu yerde yatan
yer: galibin olmadığı, olamayacağı vatan
umut…
yerde yatan ve ağlamayan
baksaydı birbirine o an
sorar mıydı günahsızı, sebebine
niye yaraşır, kalır bu insanlığın günlüğüne
cevap verir miydi geçmişi, geleceğine
yeter miydi soluğu söylemeye
hata idi, sevmelisin sadece
hüzün…
ah, ah arzuhal
bir soluğa muhtacım lal
akmayacaktın nehire böyle
olmayacaktı küllerden bir sal…
değiştirecekti böğürtlenler rengini
bırakmayacaktı güller peşini
aşk kalacaktı sadece
ve sadece bülbüllerin sesi
keder…
vurmayın artık yüreğine güm güm
eylediniz beni kudüm
nasıl dinecek bu hüznüm
hep ama hep yaşlı gözüm
sazlıklarımı rüzgarsız bıraktınız
güzümü bile yapraksız
yeter artık isyan ediyorum desem
baharım geçecek şarkısız
aşk…
aklımı tutamıyor ellerim
dudaklarını yakalıyor dilim
anlamsızca çıkıyor kelimelerim
oysa daha okunaklı gözlerim
tangoların keskin dönüşleri
kemanların narin sesi
duvakların en incesi
bebeklerin minik ellisi
kin…
analar doğursa da yağızları
kaçırsada şehirlerden
çağırır kaderi
tez yayılırmış savaşın zehiri
ey beden avcılarının aradığı kurban
karşındaki, efendilerin koynundaki yılan
kanacaksın, sararacaksın, kızacaksın
alacak seni kayınlardan
ölüm…
doyamadan emzirilene
kanamadan sevdiğine
gençliğine geleceğine
mektubun verecek mukabele
ekin…
değiştirilemeyen acı diyarında
bıraktığım umutlarımda
karaladım hüzünlerimi
aşkıma sığındım
kinime yenik düştüm
ah ah arzuhal
bir soluğa muhtacım lal
sevgi varken
ölüme kandı hayal…
Reha Başoğul
Sert Sessizlik
saat üçte
çıt etse afife
ötse peşpeşe
İshak Kuşu kafeste
pıt pıt kaçsa pisi pisi
kuşak kuşak
seçip takip etsek
küpesi afaki
tokası haki
sokaktaki çıtı pıtı afeti
kâh ekşisek
kâh kapışsak
uçuk kaçık okşasak sapakta
siftah istesek
hatta sıkı fıkı içsek iki tek
köpük köpük içki koksa saçı
fesata kıs kıs peşkeş çekse
hafif pusu şaşsa
şap şup öpüşsek ite kaka
kapısı sökük katta
etekse etek
ipekse ipek
açık saçık çökse apışa
tutuşsa fahişe ateşi
susasa şahikası kasıkta
ufak çapta uçsak
aksi tutup
aşsa ütopik tasası
pışık etsek
takışşak hesap kitapta
tepişsek
pat etse tüfek
affetse şikeste kaşı
ases suç üstü çıkıp
tıksa şu kışta hapse
topu topu iki hafta
kısasa kısas sopa atsa
eskise peteksi ışık
aç tok üşütsek kof taşta
çekikse sehpa
tak tak etse istihkak
sıska ipte
us pekişse şıp şıp
ses ses ses
‘ah keşke
sökse kekeç şafak
aheste aheste
ah keşke
sussa şakak
içteki tıpası çıkık o hakikatte’
ise
-inan hepsi bozardı sert sessizliğini-
Reha Başoğul
Uzaklar
Ve uzaklardayım şimdi
sonsuz beyaza gömüldüm
tek hissettiğim
içimdeki gücüm
etrafımdaki
bu telaşsız ahenkler
bu sayısız bitkiler
bu acısız yürekler
bu karışık sesler
hepsiyle yok oluyorum
görmüyor musun aşk bu
kavuruyor işte
savuruyor işte
beni birer birer
şimdi sanıksız
şimdi yargısız
şimdi kuralsız
bu eller
bu diller
bu gözler….
yalnızca aşkla başbaşayım
hükmü verilmiş topraklardayım
sonu baş olmuş yollardayım
seni koydum koynuma
sarmaladım soğukluğumla
sımsıcacık
ve sessiz yüzünü
ve anlamadım hala
o mu beni büyütüyor
yoksa ben mi onu
bu benzersiz diyarda
ne yaman çelişkidir ki bu
insanlardan uzaklaşınca teker teker
yüreğimde
daha mazbut
daha büyük
daha yüce
yer edindiler
aşkın göz yaşlarını
sonsuzluğun sanrısını
olduğu gibi kabul etmek lazım
tuzsuz yaraları
ne baktığım bir seraptı
ne tattığım bir şaraptı
bal gibi gördüm seni
bal gibi gözüktün işte
niye inkar edeyim
nolur susturma beni
nolur konuş hadi
Bunca yıl
bunca sayı
bunca kelam
hepsi bomboşmuş
yokoluş varoluşmuş
varoluş bomboşmuş
dönüyorum
duruyorum
karışıyorum işte
bir soruyorum
bir soruluyorum
adım ne
can mıyım
cansız mıyım
canan mıyım?
Ve şimdi
gözlerim delik
dilim kesik
yüreğim ezik
ya bundan sonra
ya bulduktan sonra
nasıl dayanacak
nasıl asılacak
nasıl kanacak
bu delik
bu kesik
bu ezik
hapsolduğum yaşama?
Kan bu
damardaki kan
kanayan kan
susatan kan
akıyor işte
akacak da
sarmaşık gibi
sarmış beni
saracak da
susturacak da
ne büyük acı
ne büyük yara
yakarışım bile
duyulmuyor burada
son bir defa
son bir vefa
hadi uzatma
kırdıralım şu zamanı
yıkalım işte diye
yalvarıyorum sana
ama kan bu
akıyor işte
deli kanı bu
acı kanı bu
konuşmuyor
sokuyor işte
söylemiyor
yakıyor işte
bakmıyor
kaçıyor işte
yine çağırıyor sesin
yine ensemde nefesin
sancısız düşler diliyor
hülya meclisinde bu acizin
bu büyüklük
bu ihtişam
bu nizam
bana çok geliyor
bana yük geliyor
oradan bakınca buralar
çook çok uzak geliyor
Reha Başoğul
Hâmsin
ıssızlık
dağ başında
yıldızyeli
yanı başında
süslemeli
bir kapının menteşesi
tek başına
ufuk çizgisi
sabah
suskun
sabah
durgun
kendi derdinde
dili
paslı
anahtarı
yaslı
göçmen kuşlar renginde
umutsuzluk
hep
susuzluk
hep
çoğunluk
hep
soğuk
kapı aralığında
yoksunluk
hep
saklanan
bulutsuzluk
bahar
beklenen
özlenen
çalınan
kapı
eşiğinde
bulutsu
ve
kendi renginde
Hâmsin
erkenden
bitkin
benden
üflenen
deliğinden
dinlenen
çiçeği kardelen için
kışa edilen bir telin
Reha Başoğul
Lezzetin Yoktu…(haiku)
lezzetin yoktu ,
şiirin ismi gibi
acısı katık
göğün sessizdi
ateşböceği gibi
ötüşü ıslık
rengin ıssızdı
ebemkuşağı gibi
yarama sadık
çölün ıslaktı
mezarın üstü gibi
aşka alışık
Boyandım
bugün deniz boyadı beni masmavi
güneş sarıya
ağaçlar yeşile
özlediğim kırmızıya boyadı
içim beyaza
dışım mora çaldı
yüzüm pembeye
gözüm çakıra kaydı
arzum beyazda kalmak idi
onu da gece siyaha boyadı
sonunda musiki yetişti şeffafa yapıştım
peki şimdi bedenimi kim çıplağa boyayacak?
Reha Başoğul
Kukla
Kaç saatte büyüttüm seni bir bilsen
bakmazdın bana, sıradan bir sahip gibi
kaç gece oynatmamı istedi seni benden bir bilsen
saklardın beni ketumluğunun altına, savaştan kaçar gibi
ellerim kaçtı
kasıklarım şaştı
sesim rüzgarı aştı
basılı bir kor tanesinde
iplerim bağışlasın beni
kusurlu aşklar çeşmesinde
bedevi kaldım
sabrım taştı
yerin kurudu
sen dağıttın oynar başını
ılık ülkenin bahar akşamında konuşan
yapraklı yollarda alnıma mine koyan
ey duyuların koruyucusu!
ey erkekliğin münzevisi!
yaklaş bana!
bu kuklanın kiriyle
nasıl yıkanır aşk
nasıl imbatlara sarılır
uçar ininden
karanlık niye susmaz ki yerinden
sazını ozana bırakmaz
gözünü sakınmaz tenden
öğret böceklerin dilini
çamura karışayım yarın
kapat kuklamın perdesini
yüzüne bakayım yarın
Reha Başoğul
Bir Yol Şarkısı
çarşaflara izlerini bırakan
tenleri küllenmiş bedenlerde
kapatıyor karanlık, yaldızlı yollarını…
devrim yapılmış
Ekim duvarı yıkıldı yıkılacak
sanki herşeyin farkında
kaçacağımız yolları açıyor
kalplerde çığlık kuşları
sabah kokmuş pencerelerde ötüyor
saçları elek olmuş yar üzerinden
saçaklanmış güneş, ufuk yolunda
süzülmeye bırakılıyor…
karanfilden yollar dizilmiş sırtta
tan yerinin fısıldadıkları
kızılı emmiş yüze söyleniyor:
haydi kalk! yolculuk vakti geldi geçiyor…
kulakta çizmeli kovboyun nağmeleri
boyunlarda buselerin çizgileri
yeşili gören gözler kurşuni,
giyilen kazakların kokularını ezberliyor…
iyice yaklaşmış yolculuk bulutları
sarmış buğu tutmuş araba camlarını
yağacak gibi yollar
bakılacak haritalara eller ısıtılarak
bilinir ki şarkılar, naneli ağızları ıslatacak…
gözüktü asvalt renkli ilk yağmur
yolların üzerinde öylece soyunur
bir noktadan bir noktaya
biz kaçar o bozulur
o kaçar biz yorulur…
kız gibi sanki şu geçtiğimiz akarsu
bekaret kemeri üstünde
elma bahçeleriyle korunur
kollarına bırakacağı erkeğini arar durur…
dur yolcu kaçırmayalım domates tarlalarını
içine almış gördün mü su yollarını
iyi bak onlara
bunlarla bezer kibarlığını
bunlarla besler nadastaki kırmızılarını…
koyunlar meler tarlanın karşı tarafında
sırayla yolumuzu kapamışlar
asıl yollar bırakacak bizi galiba yarı yolda
oğlakları boynuz dalaşında
çobanı uyumuş, çalıları solmuş merada…
arkasında bir değirmen sinsiliğini korur
tahtadan gözleri hareketsiz
kendisiyle savaşacak hayalpereste doğrudur…
dağlara bakılıp dalınırken virajlı bir yolda
bir köy çeker sizi o yolun kahvesine
ipek kozaları doluşmuş elleriyle…
kararmış ayalarda
belirgin bir hayat yolu çizgisi
adını kasketli dayılar çoktan koymuş:
yoksulluk takvimi…
takvimden bir yaprak koparayım
yollarını onlar da bulsun derseniz
Ho sesleri arabaya birden doluşur
bakraç bakraç yörük ayranıyla doyulur
heey not alalım:
tandır kebabları dönüşte sefer tasına konur
çıkılır patika yollardan anayola
sanırsınız uzakta yürüyor bir kaplumbağa
ezmeyelim duralım orada
yaklaşınca biraz soruya
esmer bir çocuğun kafası yakalanır cevaba
elinde örme sepetler
satmaya çalışır yollara…
işte şuh bakışlı bir göl kenarı
üstünde yeşil bir gömlek
düğmeleri bekliyor açmamızı.
içine kurbağalar sıkıştırılmış karelere
hava yolları kapanmış flamingolar
nazikçe davet ediliyor…
az ötede bir piknik masası
karelerden almış manzarasını
‘çinekop mu kefal mi? ‘ sorar oraların ağası
kemençe sesleri kovalarken havayı
koyulur yola damakta taze çekilmiş kahve tadı…
yollar zamanı delip geçer
utanarak çıkarsınız yola bu sefer
budaklanmış yolun dallarını ararsınız
bir bakarsınız
kaya mezarlarını karşınıza almışsınız
yoldan gönülsüz çıkanlar içinmiş lahitler
gezgin poyrazlar ölü tozlarını üfler…
alacakaranlık düşürürmüş yolları
düşenin dostu olmadan
bir kanyon başında güneşi kaçmadan kıstırmalı
tam da yerinde bağırtırır arabadaki kovboy gitarını:
hadi uzat şimdi ona dudaklarını
hadi uzat şimdi ona dudaklarını…
yolcu yolunda gerek
haritadan sıcak bir oda seçilerek
girersiniz çakıl taşlı yola
hizmetinizde pembe yanaklı bir oyalı kadın
kurulur hemen yer sofrası
of sıcacıkmış yulaf çorbası
yanımıza sığınmış lavaş belli ki ateşe çok kızgın.
parmaklarda ev baklavası
dillerde sazlı türkülü oyun havaları
anlatılır birbir yüzü gülücükten oluşmuşa anlamları
yol der ben yorgun
benden tavsiye siz burada uyuyun
bakarsınız ki gökyüzüne
duruyor ateşli bir kuzgun
sanırsınız gece yoldan suskun
halimizden anlayarak konuşur oyalı hatun:
alın semaver elinize, sırtınıza da battaniye
siz gidin biraz da kerpiç evin üstünde konuşun.
cırcırböcekleri aşk yoluna girmeden
usulca çıkılır korkuluksuz merdivenden
sihirli küreye sokulunca evren
ne yollardan geçmişiz,
kim bu yolların efendisi diye
sorulur her tarafı yıldızlarla kaplı küreye…
dilimlenmiş Ay’ı yıkayan karanlıktan
gecenin sözleri iner peynir dilliye
kokusu unutulmamış kazaklara
ip kınalı soğuk eller sokulur
sedir bir yatakta gönüller samanlık olur
ve açılır tekrar yaldızlı yollar
yolu sevgiden geçen
mahrem bir yola akar son yağmur
yollar kavuşur
yollar sevişir
yollar bir olur…
Reha Başoğul