Mar 222007
 

Deniz kabuğum

 

Karanlıkları arıyorum Rodos’un derin delhizlerinde 

açılmamış bir deniz kabuğu saklıyor incisini 

mercan mercan döküyor gözlerini 

fersah fersah aşıyor kum denizlerini 

inim inim inliyor edepsiz nefesleri… 

 

Kaldır başını ey Rodos’lu! 

Kaldır ki görsünler içimizdeki deniz kabuğunu… 

soysuzluğuma, sorgusuzluğuma aç soluğunu 

sahipsizliğime, ölümsüzlüğüme saç onurunu… 

arsızlığıma, katıksızlığıma bırak tutkunu 

 

ve açıldı deniz kabuğu… 

 

kabuğun kaçırdı sakin ruhlarımı 

soluğun uyandırdı sessiz çığlıklarımı 

onurun araladı matem yarıklarımı 

tutkun aydınlattı zevk mağaralarımı 

 

söyle neden basit bir özveride istedin öbür yarımı 

söyle neden sormadın yaralı anılarımı 

söyle neden dilsizliğin sardı deli kanımı 

korkarım ki ebediyen cevapsız bırakacaksın sorularımı… 

 

karanlıktaki kürek mahkumu gibi 

koşulsuz gecelerde katettin içimi 

bezmedin, yenilmedin 

gözyaşlarımın üzerinde çektin küreklerini… 

 

büyülü renklerle öptük gözlerimizi 

masalsı ezgilerle kokladık ellerimizi 

benzersiz resimlerle boyadık bedenlerimizi 

kirli perdelerle seviştirdik hayallerimizi 

 

yoksa bu yüzden mi sevdim seni 

yoksa bu yüzden mi bencilliğim üredi? 

 

masumluğunu koymuştun oysa ki göğsümün kenarına 

derin düşler sokmuştun asırlık uykusuzluğuma 

çıplak sırtında acılarım akarken 

vahşi atlara bindin rüyalarında… 

 

hani dudaklarımız hiç ayrılmayacaktı 

bak işte bıçak gibi kesti şimdi onları zaman tanrısı… 

 

Şimdi dönüyorsun seni bulduğum deryaya 

kapatıyorsun kabuğunu soranlara 

tek bir odan vardı denizkabuğunda 

onu da biz doldurmuştuk ayışığıyla 

 

Ay yüzün ve uluyan kurdunla 

bir gün bir yerde karşılaşırsak 

Kaldır başını ey Rodos’lu 

Kaldır ki görsünler içimizdeki deniz kabuğunu…

 

Reha Başoğul

Eki 162005
 

Pazar Nedimesi

posta güvercinleri…
artık daha sever oldum,
daha sevecen, daha beyaz bakıyorlar artık bana…
hiç de soğuk değil
ve hiç de eskisi kadar yavaş atmıyor minik kalpleri…

sıhhatın sabun köpüklerini patlatan
çocuk gibi oynamak bu sokak aralarında
ve her geçen anın adını koparmak gül yapraklarından…

sessiz konuşmalar söylenecek
sallanan sandalyeler üstünde
ve ebrularda yüzünü çizmeyi beceremeyeceğim yine belki..
bu kaçıncı sergi bu kaçın resim diye saymıyorum artık
ve artık sadece suyun özüne dalıyorum
bir yunus gibi ve Yunus’un içerisindeki deli gibi…

sadece bir obua sesinin hızında yazacağım adını sulara
ve kimse tanıyamayacak böylece yüzünü
sözünü kalbimin kapakçıklarında kanatacağım
ve salacağım atardamarlarıma…
hiç temizlenmeye gerek duymayacaksın orada….

ne denli iri kar taneleri yağıyor artık kitaplarıma
ve soğuyor iyice yazdıklarım
ve sıcaklıklarınızın arasından
sadece enerjiniz
ve bana bakan gülümsemeniz düşüyor
ve bir taçla tutturuyorum onu boş sayfalara…
hiç yazı olmasın istiyorum orada….
sadece düşlerinizi çizmek
ve boyamak istiyorum kara kalemle kalınca….

bir tazecik gül kurusu oldun artık sen
ve neşelice bakıyorsun artık etrafa özgürce…
ya bizlerden ne bıraktın
yıkayamayacağım kokulu pelerinin dışında
ve dostlarım orada mı
soruyorlar mı beni
‘ne yapıyor bizim deli? ‘

şu erkekler niye bu kadar açlar kadına
ve sonra niye bana patlarlar kadınlar
yolda, sokakta, telefonda ve lafta…

işte birini daha aldı benden
erkeklerin bu açlığı
ve çeviremeyecek artık
gül kurum telefon tuşlarını…

orada yaşama düşlerini
ansiklopedilerde bile göremeyeceğiz
artık ilerde…

annenin gözkapaklarına sahip olamayaşını,
babanın mezarsız oluşuna yanışını
ve küçük masum mavi gözlü kardeşinin bağırışlarını ise
duyacağız kulaklarımızda hep birlikte…

ve bilinmez gözler olarak bakacağız
ve artık sarılamayacaksın bana biliyorum
ama yüreğimde saklı kalacaksın yine…

hep bunlar yazacak sinema afişlerinde
ve sadece senin oynadığın bir başrolde
neon lambalarda kahkaha atan fotoğrafın düşecek
şehrin ve doğanın yakamoz lağımlarına…
ve filmin sonunda yazılanlarda alacaksın ödüllleri..
en iyi yönetmen, oyuncu, müzik ve kostüm…

benim hayatımda en iyi filmi olmayacaksın belki ama
ya onlara ne demeli?
ya onlar kimi alkışlayacaklar şimdi
tek seyrettikleri bu trajedi filminde?

anlamsız şakşaklardan başarı öykülerine
sadece sözlükteki adını bilecek herkes
ve tazecik bahçelerde düşleyecekler seni…

bir sevgilinin hediyesinde gülümseteceksin sevileni
ve genç kızlar sürecekler bazen seni boyunlarına işveli…
ya bülbüller?
hep onlar sana aşık olacak değil ya
şimdi sıra sende artık
nidaların onlar için atmalı
ve teşekkür etmelisin onlara….

ben ise sadece susarak alkışlayacağım seni
kaderin cilvesindeki rolümde…
hep bana düşer bu suskunluklar zaten
ve ölüm denen kurtuluşun açıklamasını yapmak da
sızar yapılan konuşma programının son satırlarına..

ne meşhur adammışım ben ki
şu ölümü tatmadan anlatmak
ve özümsetmek olmuş benim görevim..
bi tatsam zaten ne kadar silecekler gözyaşlarını
ve ne kadar gözükecek dişleri?

huzur rüzgarları ve gözlerindeki ışık yıldızları…
bunlarla bırakıyorum seni yeryüzüne
ve ne mutlu ki birinin daha mezarı gözükmedi yüzüme?
sanırım bu yüzden ölümden hiç korkmadım
ve senin gibi susadım obuanın notalardaki saltanatına…
benim için çal
her baktığım resimde
her dinlediğim müzikte
her soluduğum nifakta…

ve gülümse
senin için yaratılan yeni yemyeşil ve berrak denizde
ben mi?
beni düşünme
ben yine saka kuşu gibiyim merak etme
her gözü oyuluşunda daha güzel ötüyorum
ve doluyorum ölüm türkülerini dilime…
birazda fırçamı süreceğim
sudaki bana bakacak akisine
neyse unut bunu beceremeyeceğim gene
sen mi?
sense bir şahin kadar asil bakıyorsun biz fanilere
ve yüzün bir deniz perisi kadar nur gözüküyor gözüme
umarım sözünü unutmazsın

gülümse….
babalar gününde bize verdiğin hediyeyle gülümse ki
saka kuşun coşsun pazar ilahisiyle
pazar nedimesiyle….

Reha Başoğul

Şub 042005
 

İçimizdeki Sonsuzluk Mesafeleri

İnsan
içimizdeki yüzünden
öyle bir varlıktır ki
sonsuzluktaki en küçük noktada
ve noktadaki en büyük sonsuzluktadır

insan
sonsuzluk yüzünden
öyle bir çelişkidir ki
noktasının uçları birbirine en yakın uzaklıkta
ve en uzak yakınlıktadır

İnsan
mesafeleri yüzünden
öyle bir ironidir ki
uçlarının içerisi kadar hiç
ve dışarısı kadar heptir

Reha Başoğul

Oca 082005
 

Oannes

Defnelerin kokusunu saçlarına toka yapmış
Badem gözlerinde Ay’ın halesi gözüken sarışınım.

Demiştim sana:

‘Eğer ki kalbimi koza bellemiş bir kelebek
senin bahçende kanat çırpabiliyorsa
o bahçeyi önce koklamalı
sonra da sulamalısın’ diye

Şimdi ise görüyorum ki
o bahçede gündüzleri çiçek açar oldu
kelebeğim pır pır uçuverir oldu.
geceleri kalbindeki özü içine çeker oldu.

niye gözyaşlarını içine akıtıyorsun da
onları yüzüme sürmeme izin vermiyorsun
saatlerce göğsüme saplanıp
hayallerindeki ayak basılmamış sahili bana anlatmıyorsun

belki taşacak benimkilerle birlikte o nehir
belki çam ormanlarında çalacağım seninle özgürce lir

niye takılıyorsun saatin kadranına
gözün ne demek olduğunu bilen sarışınım
Niye mumların alevinde
içindeki karnaval davullarını çalmıyorsun bana

Sen Oannes olmalısın
yarı balık yarı insan
balinaların karnında nefes alan
içinde kin nefret barındırmayan
bilgi dağıtan
hüzünlü efsanelerdeki kadın kahraman

uzun sarı saçlarınla saklıyorsun şuh bakışlarını
Gözlerinden geçen bulutlarda
akıt artık o yağmurlarımı içime
çeksin toprağım onları
bir ağacım daha büyüsün
bir tomurcuk daha açayım evrene

hadi inat etme
bir gülücük resmedeyim yüzüne
güçlü fırçalarım var
şerbetli ellerim
ama senin yüzün kadar saf değil
yine de inanmanı isterim
resimdeki seni seven erkeğe

Hadi inat etme
acıların tutmasın artık bir çetele
palavra sıktıralım dünyaya
işkence edelim savaşa, bozguna

kendi dünyan
kendi bedenin
sevdim onları, içini
on yedi katlı cennet gibi

hadi inat etme
tekrar o sevdiğim ipi bırakalım gökten aşağı
inelim yeryüzüne
tutuşturalım pamuk şeker yanaklarını
onlara aç bebeklerin minik ellerine

hadi inat etme
gel kısrakların üstünde sevişelim senle
kirpiklerimiz dokunsun birbirine
Yine çalsın Pan’ın flütü
toknaklarında ilişeyim bedenine
ceylanlar izlesin yalnızca bizi
bir de Anka kuşları ötsün üzerimizde

oradan çıkalım gidelim şelale altlarına
bedenlerimize bulaşsın suyun şekli
Yıldırımlar çaksın, şimşekler bulaşsın üstümüze
artık dokunsun tenlerimize yağmurun elleri
koparalım çilekleri sürelim birbirinizin diline
sonra öpücüklerimızı elele koşturalım seninle
buzağı sütüyle sataşayım sırtına
yemyeşil yapraklarla boyayım boynundaki ısırığı

bir tılsım kadar hafif narin bir alemde
iincitmeye kıyamadığım
unutmadığım kabuğunu tıklatıyorum işte
keman telleri üzerinde vals yapmaya bekliyorum seni
bizleri göğe çeken senfoniler çalarken
sadece gözlerimdeki güce çağırıyorum gözlerini

hadi inat etme
hayalindeki sahilde
toplayalım senle denizminaresi işte
sığ sularda dolaşıp
ayaklarını ayaklarımda gezdir de
taşıyayım seni dalgaların kalbine

hadi inat etme
göbeğimi gıdıkla işte yine
in çık istediğin yere
avuçla sert göğsümü
sarayını gezdir misafirine
dolaşsın içinde
kaosun çocuklarını doğuralım o serinlikte

Bir salgın hastalık yayalım damaklara
sevgi virüsleri dolaşsın herkesin kanlarında
öldürsün kin hücrelerini
yoketsin bilgeliği bitiren nefretleri

Hadi inat etme Oannes
hadi çıkaralım dilimizin altındaki anahtarları
huzurlu melodiler yumurtlayan balıklara verelim
napacaklarını bilirler onlar içimizdeki saklıyı
bırak iyileştirsin oğullarımızı
bırak iyileştirsin kızlarımızı

Reha Başoğul

Eki 022004
 

Oyuktaki Güç

Nasılda parmaklarımda eriyor kısacık tazecik saçların
erkekliğimi eskitiyorum bu mor odalı koyunda
avuç dolusu güç kamçılıyorum sana
nasılda zevk kırıntıları bırakıyor arkasında

emilen küpeler
silkinen tenler koyultuyor feleğimin rengini
bezler parçalanıyor ahşap oymalı divanında
sessiz sersemler gibiyiz biz o oyukta…

süt dilin
bade terin
iç iç bitiremiyorum dudaklarımda
ben bittim onlar akmaya devam ediyor sırtıma.
ateş parçası buz damlası oluyor
nostaljik bir roman gibi okuyorum seni
her bir sayfanda bir deli bir de deli edeni

Eros uyanıyor geliyor şafağın gerisinden
ok yetmiyor mızraklarıyla saldırıyor
menekşe kokunu veriyor süzülen yanaklarıma
parmakların dolaşıyor seni kavrayan diri kollarımda
iz bırakıyorum kalçalarında
sözlerim oynaşıyor kulaklarınla

masal perisi değilsin ama ondan güzelsin
nar değilsin ama ondan alevlisin
kırbaç değilsin ama ondan betersin
masmavi gözlerin gözyuvalarıma yerleşirken
ıslaklığım içindekini bitirsin

zamanın çeşnisi başlıyor kokmaya
yalıçapkınları çobanyıldızını oyalıyor
sokak lambalarına kızan gölgem dumanları boğuyor
sızıyoruz köşedeki işlemeli mindere
işlenmiş sahneleniyor bedenlerimizde

nasıl da avuçlarım kayganlaşıyor senle iken
bir posta güvercini gibi heyecanlısın
bir kaplan kadar gururlu
nerede kaldı senin keklik ürkekliğin
ilk nehrinde niye bukadar çabuk boğuldum sorarım sana

olmasaydı etrafta toscanın çikolatalı opera armonisi
kimi zaman sessizlik kimi zaman ney taksimi
yapışırmıydı bu dudaklar boynundan geri
karışırmıydı şişen göğsüm göğsünden ileri

olsun bu da yastıkaltı öyküsü gibiydi
kapı altından bırakılan bir not gibiydi…
bilinmedik ezberlenmedik bir bahçe camında
üstsüzlüğüne kapıldım işte…
tekrar gelir miyim bilmem yanına
beyaz pelerinli prens gibi gizemli an adımı ormanında
belki çeker kanım azgın köpük çıkaran dalgalarını
belki duymak ister korkularım ruhundan serpilen gerilimli hatıraları
istersin sende belki kucağımı, yanımı, bağrımı…

kuş cıvıltılarının duvar öremediği sabahta
hırsız gibi pencerene giren esintinin
aramızdaki yangına yetişmesiyle uyudun da
söndü gözlerinin mavi ışıkları
coştu gözlerimin yeşil akıntıları…

Reha Başoğul

Ağu 112004
 

Sevişeceksin

ağzında buz kırdığında
ormanda kaybolduğunda
terasa çıktığında
klozeti kapattığında
şelalenin altında
paraşütle atladığında
at sırtında
güneş battığında
havai fişekler patladığında
kurtlar uluduğunda
tren vagonunda
sinema salonunda
dilini kanattığında
ada vapurunda
yaya kaldırımında
tenis kortunda
opera çaldığında
deniz yatağında
tramvay yokuşunda
dolmuş kuyruğunda
sabah kahvaltısında
deniz manzarasında
uçurumun kıyısında
köy pansiyonunda
çadır hayatında
irlanda barında
divanın kenarında
peri bacalarında
saçlarını kokladığında
sütten bıyık olduğunda
arabanın arkasında
reklamlar başladığında
antik tiyatroda
metro çıkışında
yemek masasında
rafting botunda
yerebatan sarayında
boynunu ısırdığında
motor direksiyonunda
yastık savaşı yaptığında
otobüs durağında
flamenko ağıtında
kiralık karavanda
havuz başında
su kaydırağında
mağaranın karanlığında
at arabasında
benzin istasyonunda
sörf tahtasında
çatı katında
şömine başında
çıplak olduğunda
SEVİŞECEKSİN

küvetten çıkmadan
gün doğmadan
utanıp sıkılmadan
vizeler yaklaşmadan
bekçiler basmadan
üzerini çıkarmadan
adını sormadan
masaja başlamadan
gözleri kapanmadan
alkol almadan
nefret duymadan
çayın soğumadan
kucağında uyumadan
hocalar yakalamadan
paçaları sıvamadan
okulu takmadan
mehtap kaybolmadan
denize açılmadan
sümelaya çıkmadan
şiir yazmadan
kapı zili çalmadan
yemek yanmadan
abisine yakalanmadan
tulumun ısınmadan
kalp kırmadan
dağa ayak basmadan
telefona çıkmadan
kuşları kaçırmadan
çiçekler açmadan
duvara tırmanmadan
tadını kaçırmadan
SEVİŞECEKSİN

kapı eşiğinde
iççamaşırı giymediğinde
ağaç dibinde
bahar geldiğinde
şarkı söylediğinde
karşındaki istediğinde
gemi güvertesinde
fotoğrafını çektiğinde
şehirlerarası otobüste
bar tuvaletinde
deniz otobüsünde
samanlar içinde
dilini emdiğinde
şezlong üstünde
burnunda kar tanesiyle
kale içinde
balık pişirdiğinde
iç geçirdiğinde
gök gürültüsünde
sırtını çizdiğinde
kavga ettiğinde
cırcırböcekleri öttüğünde
ölümü sevdiğinde
sallanan sandalyede
deniz iskelesinde
kır kahvesinde
balon yükseldiğinde
soğuk parkede
bronz teninle
saklı kentte
rembetika bittiğinde
faytona bindiğinde
suyun derinliklerinde
seni öptüğünde
kaptan köşkünde
aynı anda istediğinde
Taksimin göbeğinde
elleri üşüdüğünde
yüksek sesle
çamlıca tepesinde
ağaç evde
komşunun bahçesinde
dağın zirvesinde
gel dediğinde
yıldızların büyüsünde
efes harabelerinde
karpuz kestiğinde
masal bittiğinde
denize girdiğinde
finaller bittiğinde
deniz fenerinde
poponu ellediğinde
tarlayı sürdüğünde
yapraklar düştüğünde
çocuk düşündüğünde
köşebaşına geldiğinde
okul kantininde
kız kulesinde
atlar kişnediğinde
SEVİŞECEKSİN

kanın kaynamışken
çimler ıslanmışken
patron gelmeden
sahilde yürürken
tuvalete girmeden
mumlar sönmeden
çapayı çekmeden
rahatsız etmeden
ev boşalmışken
Ay tepedeyken
ayaklarını suya salmışken
çöpü dökmeden
yatak serinken
yıldız kayarken
çilek dilindeyken
gökkuşağı açarken
düşünde görmeden
balkona çıkmışken
bisiklete binerken
son birkez demeden
burnunu öpmüşken
soyunmayı beklemeden
kış gelmeden
asansöre binmişken
traş olurken
dondurma erimeden
göbeğini gıdıklarken
film izlerken
beste yaparken
araba kullanırken
antremana gitmeden
hamaktan düşmeden
köpek gezdirirken
ritmi tutturmuşken
dudaklar ıslakken
uyku sersemiyken
odanı kilitlemeden
parmaklarını sokmuşken
duman ağzındayken
sırtın terliyken
ağda yaparken
karlar soğukken
duş alırken
kimseye gözükmeden
klima açıkken
dilini bilmeden
elbisesini yırtarken
göğsüne yatmışken
kötü adam ölmeden
yağmur yağarken
yazı yazarken
seni istemişken
ailesi gelmeden
müzik dinlerken
ders çalışırken
kumlar sıcakken
çömlek yaparken
onu soyarken
dans ederken
duvara dayamışken
üstünü örtmeden
çoraplar ayağındayken
bedenin boyalıyken
gözlerin kapalıyken
elin değmişken
SEVİŞECEKSİN

Kalbini açtığında
cenazesini kaldırmadan
ruhunla hissettiğinle
yarınını bilmeden
SEVİŞECEKSİN

Reha Başoğul

Ağu 182003
 

İlk Cuma

Yorgun bir akşamüstü bu
sıradan bir kaderin oynandığı ilk cuma
sahiller, sokaklar ve yılanlar yine orada bekliyor onu
kendimin çaresini arıyorum bezmeden, düşmeden

bir çizgi görüyorum ilk başta uzaktan
Biraz yakınlaşınca çukurlukları seçebiliyorum
Ve büyüyor gitgide
ışığa da ihtiyaç yok, hissedebiliyorum çünkü

evet bir yaşamın gözyaşlarının bıraktığı izler bunlar gözlerimin altında
her gün bir savaşta bayrağını kaybeden askeri oynamak gibi bir anı yaşadığım oralarda
bir nilüfer yaprağında yıllardır süzülmek kadar çaresiz, bir o kadar da güzel

nedir istediğim senden benim
kuytu köşelerde para verdiğin dilenciler kadar açsın bu hayata
eğer bir müzisyenin bestelediği hüzün nağmelerinde yaşıyorsan hala
dönüp bakma orada çalana, çünkü duydukların senin ölüm çığlıkların

işte bu yüzden belki yok etmeliyim o izleri oradan
o izleri kimbilir, kırdığım şişelerle beni bekleyen adadaki, zamanı bilen birine ulaştırmalıyım
bir çeltik daha atmaz belki artık

uçların adamı olduğum yıllar
kezzapların sıcaklığını tadardın
doğanın sana verdiği her şimşek
çevrene koyduğun önyargılar kadar yüklüydü

anlayamadım işte, biraz akılmış ihtiyacım olan
o izlerin gördükleri
nedense bir bebeğinki kadar
haketmiyorum işte ondan,
her gördüğümde acı veriyor maalesef

Sandaldaki aşıkları bilir misin
hani kuğuları seyredeler de koklaşırlar
ve sonra aşkı anladık diye bakarlar beraber sudaki akislerine
bilmezler ki baktıkları gördükleri, yaşadıkları aşk değil

Sıradan kaderin ilk cuması
yine istanbul, yine bir ayna
Bu sefer zorlanmadan çıkan sıradan bir gözyaşı daha hızlı damlıyor
Belki yüzümdeki izlerin arttığındandır
Ona sormalı sebebini
Nedersin hayat kardeş, çok mu hızlı akıyorsun artık ha?

Reha Başoğul

Ara 232002
 

Saatlerime Kar Yağdı

yaşatamıyorsun bu dünyanın aşklarını
bir bebeğin rengini bulmamış gözlerinde
ninnileri dinlettiremiyorsun azmış kinlere
bir türlü uyutamadın onları kabuslu gecelerde

soğuk kış ayazında, sıcak bir kulübede
şömine başında, Ay eşiğinde
sallanan bir sandalyeye yerleşirkene
yazılıydı bu satırlar saklı bir kitabın içinde

bir tarafta uyuyan sevgilin ve ona bakan gözlerin
bir tarafta tavşanlar ve onları ısıtan gülücüklerin
donmuş bir kale kapısı gibi sanki beklediğin
zorlayıp kırmak istediğin ise sonsuz düşlerin…

insanlığın ziyafetine az kaldı dediğin
çıkılmaz kulelerde el verip çektiğin
orman kokularını üfleyip beslediğin
bir düşü gösterdi hissettiğin

karlar üstünde kan damlalarını saydığın
özgür dağlarda ismini sayıkladığın
kayaların arasında saklayıp bıraktığın
bir aşkı dinlettirdi çağırdığın

tüylü kalemlerden parşömen kağıtlarına
üstad çizimlerinden akit sandığına
gizleyerek kaşıdığın ölümsüz yaralara
bir son güsterildi kalanlara

kara bulutlara bakarak oyduğun
arkana bakmadan soyduğun
ayrıntılarını aradığına sorduğun
bir heykel bitirdi konuştuğun

odun seslerinden sayfa hışırtılarına
kadın dilinden aşk bataklıklarına
kudüm iniltisinden köpek havlamalarına
bir doğumun korkusu yapıştı duyduklarına…

Reha Başoğul

Eki 112002
 

Kelimeler

doğa
deniz
kum
güneş
yeşil
kuş

istediğimiz
yosunlarla
seviştiğimiz
sıcak
akşamüstü
unutulan
mazi
eğlenen
bizler
ansızın
çaldı
açıldı
gözler
mazimiz
arıyordu
yine
kötü
haber

ses
titrek
korkmuş
çaresiz
dil
dönmez
ses
bağırır
gel
nolur
tek
sen
gel….

isim
muğlak
yüzüm
pörsümüş
çehrem
buzlanmış
kulağım
korkmuş
sesim
kısılmış

bunlar
dansetti
birbiriyle
çarpılan
hep
her an

yol
bilinen
an
bilinen
sebep
bilinen
ses
bilinen
gözyaşı
bilinen
sonuç
bilinen
çare
bilinen
zaman
bilinmeyen

uzun
yol
kısa
cümleler
sessiz
isyankar
kendinle
mazinle
zamanla
bilinmedik
hesaplaşma

gözler
gözlerle
buluştu
anlatılanlar
doluştu

kadın
doğal
sıcak
genç
güzel
güçlü
cesur
yalnız
idi
şimdi
zayıf
titrek
çaresiz
kısılmış
korkmuş
buz
pörsümüş
muğlak
dostuyla
beraber
biri

güpegündüz
kimse
orada
yoktu
etini
zorla
bıçakla
tehditle
adice
topluca
umursamazca
aldılar
onlar

gece
kadın
giysileriyle
sarılmış
benle
benden
uzak
kanepede
hiçbirşey
görmüyor
görülen
o an
gözlerde
beliren
yüzler
atılan
çığlıklar

unutan
hastalanan
onlar
sanki
birşey
olmamış
devam
ediyor
herşey
mazi
gelecek
işbirliği

kadın
ilaçlı
boğulmuş
ağlamaklı
önce
bağırmak
sonra
susmak
istiyor

geceyarısı
ben
konuşkan
sarılgan
sadece
ortada
sordukları
ve
cevapları
maziden
damlayan
ama
durdurulan

biran
ben
soğuk
şaşıran
duran
durduran
anlayan
açıklayan
kadın
durgun
solgun
sonra
ben
akan
bakan
okşayan
koklayan
kadın
tekrar
sıcak
genç
güzel
cesur
sakin
güçlü
huzurlu
yüzü
sesi
dili
gülümseyen
gülümseten
dinlenen
mutlu
uyuyan
kalkan

tok
yıkanan
sarılan
çıplak
giyinik
biçilmiş
tedirgin
belirgin
roller
üstünde

bilinen
mazi
arkamızda
gelecek
kanımızla
kolkola
tam
şimdi
bakan
bakmayan
susan
susturan
konuşan
konuşturan
uyuyan
kalkan
ayılan
sızan
bağıran
ağlayan
coşan
büzülen
gülen
güldüren
seven
sevilen
bilen
bilmeyen
kollar
alınmalı
kucaklar
verilmeli

yaşanılan
tarihsiz
yazılmalı
yaşayan
isimsiz
kalmalı
yaşatan
şefkatle
cezalandırılmalı

dinlenilen
sevgiyle
süslenmeli
anlatılan
ilimle
bezenmeli
bilinen
eksiksiz
öğretilmeli
bilinmeyen
sahipsiz
yokedilmeli

aşk
tarifsiz
hissedilmeli
sayılar
biçimsiz
gösterilmeli

Kelimeler
bilinçsiz
kullanılmamalı

Reha Başoğul

Mar 052002
 

Dağ Çileği

Bir sibirya kaplanının her zaman sahip olduğu
ama pencereden hızla eriyen karlar
o beyaz saflığın önünde yorulduğu
yerine sadece ve daha soğuk rüzgarın soluduğu anlar

hiç bilmediği, tanımadığı bir dağ çileği o
sadece uzaktan dağa baktığı
sonsuz beyazlığın içinde
kırmızısından tanıdığı…

o kırmızının içindeki beyazda
bir kürenin şeffaflığı
bir cennetin aralığı
bir yaprağın acısı

hiç görmedği, tanımadığı bir dağ çileği o
oraya tırmandığı
onsuz kalamadığı
ve koparmaya kıyamadığı

zorlu tırmanışın ardından
o çileğin araladığı
bir bahçenin ufacık
ama kocaman kapısı

bir bahçe ki o, minicik adımlarla keşfeden
bir çocuk olarak dolaştığı
koklamaya korktuğu
toprak kokusunda yürümekten sakındığı

çaresizce akan zamanın
çölün susuz kumunun
yağmurun ıslattığı tenin
dışında hiçbirşey, çocuğun hafızasında bıraktığı

sözlüklerin yazamadığı
anaların anlatamadığı
şairlerin soramadığı
bir dağ çileği o

o kürenin bilinmediği
aranmadığı
güneşinin ısıtmadığı bir yerde
çocuğun sadece kalakaldığı bir dünya beklediği

çatınca o küreden çıkma zamanı
çamurun pisliği
camların kırıntısı
akan karın kırmızısı

oysaki o dağ çileğinin tasarladığı
en güzel takısıydı yaprağı
kimi zaman yeşilinin huzuru
kimi zaman kırmızısının sıcaklığı

ayrılma zamanı gelince
kaf dağına çıktı bilgenin rüyası
o dağ çileğini koparmayan
başka bir çocuğa yazdı zamanı

öptüğü, kokladığı
ama koparamadığı
sadece bakakaldığı
yazıldı dağ çileğinin şarkısı

bir minik kardelen aradı
burnuna kondurulmak üzere tavşanı
bir koku sardı etrafı
bahçeden gelen çalıntı

o unutulacak çocuğu sordular bilgeye
ne oldu ona diye
bilge akıttı gözyaşını
ağlattı soranları

her bir limon damlasıyla yazıldı onun ağıtı
ne bitti denebilir ne de başladı
önüne geçemediği, yazık ettiği ölümü
bırakmayacak yakasını

hakkında rivayetler çıktı sonraları
tez hazırlamışlar dar ağacını
üzerine aldığı tek gömlekte
bir beyaz varmış bir kırmızı

sakın sormayın zamanını
anılarını, acılarını
o dağ çileğinin yarattığı
doyamadığı büyük bahçede arayın cevabı

Reha Başoğul

Şub 062002
 

Benim Çocuklarım

Kalbimde sayısız oda vardır benim
her odada da hiç büyümeyen ayrı bir çocuk beslerim
hepsi haylaz hepsi yumurcaktır
ama ben hepsini de severim

hepsinin bir hayali bir de aşkı vardır
kimisi de yalnızlık hastasıdır
kimsenin yüzü birbirine benzemez
ama bana göre hepsi de ışıl ışıldır…

yaramazdır benim çocuklarım
biri diğerinin odasını karıştırır
ondan hepsinin odası dağınıktır
ama ben hepsini de sabah olmadan toplarım…

Her odada ayrı bir dünya yaratmıştır benim çocuklarım
her birinin güneşi ayrıdır
ondan her çocuğum farklı saatlerde uyanır
ama ben hepsinin de cıvıl cıvıl kalktığını duyarım.

çalışkandır benim çocuklarım
kimi alimken kimi de sanatçıdır
her gün ödevlerini yaparlar
ama benim hepsine de dokunur bir yardımım

kıskançtır da benim çocuklarım
kendi ödevi için diğerinden birşey aşırmıştır
hepsi inkar eder hepsi bana bağırıp çağırır
ama ben her alınanı tekrar yerine koyarım

kimi zaman da şefkat bekler benim çocuklarım
yanlarına yatıp
bütün gece kendisiyle uyumamı isterler
ama hepsi içinde mutlaka vardır bir masalım

geceleri de çok korkar benim çocuklarım
düşlerinde canavarlar yaratır
bütün gece de onlarla savaşılır
ama ben hepsini de yatıştırırım

Ölüme inanmaz benim çocuklarım
onlara sorarsanız her biri ayrı bir ilahtır
hepsi de odalarında sonsuza kadar yaşayacağını sanır
ama ben her gün birinin cenazesini kaldırırım…

Reha Başoğul

Tem 172001
 

Palyaço

her güne gülümsetmek için başlar palyaço
ve özene bezene hazırlanır bu sihirli anlara
yırtık pabuçlarını giyer ve rengarenk elbisesini temizler
sadece işi güldürmektir onun
ve sadece güldürdüğünde mutlu olduğu sanılır…

en çok ufak çocuklar anlar onun neden mutlu olduğunu
çünkü sadece onlarda saf gülüşü yakalar palyaço
kalabalıklarda ancak işini yapabilir
panayırlarda adı anılır ama orada bile nefes alamaz o

ve gün biter palyaço evine döner
içindeki kapıyı aralar
bakımsızlıktan gıcırdamasını bile kulak asmaz
ortalık darmadağındır
heryerde toz, karanlık ve havasızlık hakimdir
bir tek kalın kitapla yaşar orada palyaço
onu içer, onu yer, onla yatar, onla kalkar
okur, bağırır ve yalanlarını yazar oraya tek tek
ya gerçekleri nereye yazar palyaço?
sadece suya yazar parmağıyla…
ve an boyunca bilinir ve yok olur gerçekler….
ışık ise yine bir tek anda gözükür palyaçoya,
o kapıdan minik bir çocuk girdiğinde aydınlanır her taraf
ama hiç gülmez çocuk palyaçoya
hep ağlar onun dizinde
palyaço ne yaparsa yapsın güldüremez o çocuğu
tavuskuşlarını anlatır ona
ahududu kokusunu okur kitaptan
kuşların uçuşunu
arıların vızıltısını
akasyaların masalını dile getirir
taze bir aşk hikayesini paylaşır onunla
gülmesi gerektiğini ve çağırır dilinden kalemine çocuğu
ama nafile…
çocuk çünkü gitmek ister o kapıdan dışarı artık
özgürce oynamak dolaşmak ister palyaçoların toplaştığı kalabalıklarda
cebindeki elma şekerlerini vermek ister.
hergün bisikletini alıp bir gazeteci çocuk olarak,
sadece insanların mutlu olduğu haberleri yazan gazeteyi kapılarına bırakmak
ister
neden kırmızı burunlu olduklarını bir bir anlatmak ister o palyaçolara
ama bizim palyaço hiç bırakmaz onu dışarı..
suratına sert bir tokat atarak bırakıp kaçar o daracık kapıdan
ve sabahın ilk ışıklarına kadar bir papatyayla ağlar onsuz
kimse mutlu değildir o evde…

hep düşünür o çocuk, sadece gözlerinin aydınlattığı odada
bir tarafı cehenneme
bir tarafı cennete bakan
bir dağdaki uçurumun kıyısında
yüzü olmayan bir çıplak bedenin
verdiği piyano resitalini dinler hep
ağlar o notalara tutunarak kurtulmaya çalışanları o sıcakta
güler o notalardan kevserlerin döküldüğü şelalelere atlayanlara…
hiç anlatamaz oysaki o beste,
bir noktadan sonsuz doğru geçtiğini
ve her doğrunun sadece kendi doğrultusunda ilerlediğini
sadece yankılanır o seslerde palyaço olmamız gerektiğini

ve bir alman palyaçonun dediği gibi,
alışkanlıkla inanıverir insanoğlu, bir söz işittiğinde.
Böylece onun neyi düşüneceği belirlenmiş olur…

Reha Başoğul

Mar 062001
 

Bekle Beni

Kırık bir cam kürenin dışından bakan sen
hep silgi darbeleri yemiş bir kağıdı andırmışsan bana

kirli pencerelerden gözkırpmışsan karlara
gördüklerini işlemişsen ellerime
kale kapılarıma dayanmışsa güllerin
bir tabloda hayat vermişsen oğluna
kazdığın çukurlar cennete açılıyorsa bir zaman
matemler yakışıyorsa ruhuna
yıldızlar şahit oluyorsa yalanlarına
annemi çalmışsan geleceğimden
gözlüğümü değiştirmişsen aynayla
yapraklara günahlarımı yazdırmışsan
masallarda cadıları kollamışsan
sevgilileri kırık okla avlamışsan
ölüleri boğmuşsan toprağında
selleri salmışsan ceddime
filizleri doğarken kavurmuşsan
ceninleri doğmadan kaçırmışsan
insanı insana satmışsan yüzsüzce
yalnızlar vadisine göç ettirmişsen onları
haykırmaları zevke saymışsan
çanları kılıcıma bulamışsan
yüzüğüme mühürlemişsen adını
vaktimi eskitmişsen karanlıklarda

sana söyleyecek son lafım:
bekle beni kurutacağım soyunu

Reha Başoğul

Şub 252001
 

Lanet

Bilmem bilir misiniz
boyum çok uzundur benim
ama kimse bilmez ki
bu yüzden üzerimde bir lanet vardır…
inanmayacaksınız belki ama
nereye kafamı vursam
ona aşık oluyorum
işte böyle garip bir lanet benimkisi…

daha anne karnında içime kurt düştü, şu lanet neredeymiş diye huysuzlandım
bıngıldağım bir kalbe değdi, napayım yerimde duramamışım
o gün bugündür o kalbi güldürmek için uğraşırım…

büyüdüm, okula gittim, hemen huysuz bir kız sevdim, tavlamak için
kitaplarını taşımaktı niyetim
önce bir öpücük ver der demez, niyetimin başımın üstünde yeri olduğu öğrendim
o gün bugündür onları okur okur didiklerim…

bu kızlardan bana hayır yok, dedim tek başına gece serinliğinde hava alayım
kafamı gittim Ay’a çarptım, dedi ben düşmeden tutunayım
o gün bugündür onun ışığının altında şiir yazarım…

sakarlığın önde gideniyim, böyle olmayacak ben öğlen sıcağında yürümeliyim
bu sefer de Güneş’i komalık ettim
o gün bugündür doğuşundan batışına kadar onun başında beklerim…

sıcak bastı terledim, gittim denize atladım
kafamı kaldırdığımda bir yunusun burnuyla karşılaştım
o gün bugündür onun gibi ıslık çalarım…

gün geldi bahar oldu
bizim kafa gitti bir arı kovanını buldu
o gün bugündür onların balını yerim…

sınavlar yaklaştı, bu deli kopya çekmeden matematik öğreneyim dedi
hiç aklından geçmezdi başının göğe ereceği
o gün bugündür onunla iştigal ederim…

çalışırken dışarıdan bir koku aldı burnum, çıkayım bakayım neyin nesiymiş
dedim
yağmur bulutlarından önümü göremeyeceğimi nerden bilebilirdim
o gün bugündür onlar gelir gelmez koşuya giderim…

çok koştum artık şu bankta dinleneyim dedim
aniden nefes nefese gelen bir topu kafamda hissettim
o gün bugündür onunla tenis oynarım…

maç bitti eve gideceğim ayaklarım bir yola girdi
yolun ortasındaki ağacın dalı kafamı pek sevdi
o gün bugündür onun gölgesinde uyurum…

devran döndü tekrar gece oldu
hop demeye kalmadı olan yıldızlara oldu
o gün bugündür onların parıltılarında hayal kurarım….

leylayım yaklaşmayın şu aralar dedim
bir kuşun pislemesiyle ancak aklımı başıma getirdim
o gün bugündür onların cıvıltılarıyla uyanırım….

gözümü açtım bir balıkçı teknesinde, görelim dedim hani nerdeymiş benim
balıklarım
şükür ki yelken direğini ıskalamamışım
o gün bugündür onunla yaşamak için kafa patlatırım…

keçileri kaçırmadan gittim bir ağaç köprüde soluğu aldım
bala bak, orada da bir keçiye rastladım
o gün bugündür lanetimi herkese söyletmek için inatlaşırım…

dedim bıktım artık şu lanetten, isyan ediyorum
gittim kafamı duvarlara vurdum
o gün bugündür dört duvar arasında ağlar dururum…

Reha Başoğul