Mar 272009
 

pictogram

Mantığın kendi içerisinde dilemmalara sahip olması nedeniyle oluşan çelişkilerle, göstergebilimin(semiyoloji) içerisinde de sorunlara gebe olmasıyla oluşan ve bunları çözümlemeyi amaç edinildiği ilişki türü olarak adlandırabiliriz.Göstergebilimin, sözdizim(sentaks) ve anlambilim(semantiks) gibi iki sistematiğin beraber bir araya getirdiği semboller lugatı olduğu için, bütün olarak bakıldığında mantıkla da ilişkisi olmadığı düşünülemez. Temel bakış açımız; sembollerin egemenliğine dayalı bir dil’in varlığı üzerine oluşturulan kuramsal yapılanmanın incelenmesidir. Bu da karşımıza, matematiği ve sembolik mantıği çıkartır.

Bunlardan birinci inceleme türü; dilin kuramsal çerçevesindeki iletişim biçimleri ve sembolleşmiş araçlar bütünüdür. Misal, mors alfabesi, kızılderililerin dumanla haberleşmeleri, trafik sinyalizasyonu ya da piktogramlar gibi.. Örneğin trafik ışığına bakıldığında kırmızı, yeşil, sarı ışık sürücüler için üç sembolden oluşan bir alfabedir. Buna da üst dil denmektedir. Tam da bu sırada modern mantık üst dil teorisiyle ilişkiye girer ki örneğin sözdizim sisteminde o dili konuşanlarca ve o dildeki gramer ve deyim yapısıyla biçimsel açıdan inceleme olanağı veren kurallar sistemi, diğer yandan anlambilimdeki dili ilgilendiren ve önermelerin ne olduğunu ortaya koyan yasalar diyebileceğimiz sistem. Continue reading »

Mar 242009
 

 

lord-byron-on-his-death-bed

Ivan Aivazovsky ve Balthus  gibi ressamları, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Halikarnas Balıkçısı gibi yazarları etkilemiş, babasından kaynaklı berbat ve umutsuzluklarla geçen çocukluğuna bağlanarak bir sürü yaratıcılık- zihinsel hastalıklar ilişkisini ele alan makalede adı geçen ve kendisinin tabiriyle ‘vahşilik’ noktasına getiren duygusal krizler sonrasında sırasında yazarak rahatladığını söyleyen ve bu yüzden literatüre “byron mutsuzluğu” kavramını sokan manik depresif şair, yazar. Aynı zamanda ‘lady byron’ ve Bernaulli sayıları’nın hesaplamasına ilişkin hazırladığı programla ‘ilk bilgisayar programcısı kadın matematikçi’ olarak anılan Ada Lovelace’in babası… 

“Kılıcı insafsız bir ustalıkla kullanan Türk’ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.” cümlesiyle açığa çıkarttığı; Türklere karşı – hastalığı nedeniyle normal karşılanması gereken ve tutarsızlığına da sebep olan -sevgisizliğinin altında Türklerin asaletini iyi bilmesi ve bunu kıskanması olarak yorumlanabilir. Bu yüzden de Kırım Tatarları’nı bolca aşağılamaktan geri kalmamıştır. 

Halikarnas Balıkçısı’nın hakkındaki sözleri şu şekildedir: 

Continue reading »

Mar 222009
 

 

Musa'nın Başağrısı

Türk Nöroşirürji Derneği bülteninde  op. dr. Ali İhsan Ökten’in yazdığı doyurucu makalenin konusu ve ismidir: araştırmasını özetlersek; 

– john keats’e göre; “zevk zaman zaman gelen bir ziyaretçidir; ama ağrı gaddarca bize sarılır kalır.” 

– Yazar Mehmet Eroğlu son romanı “belleğin kış uykusu” adlı romanında acı, mutluluk, bellek, belleksizlik gibi kavramları sorgular. Yazar romanında nasıl karanlık için ışık gerekiyorsa, hayat içinde acı gerektiğini belirtir. mutluluğun geçici bir şey olduğunu acının ise duygu, merhamet ve vicdan gibi erdemlerimizi geliştirdiğini satır aralarında açıklar. 

– Ağrıyı soyut bir ağrı, yani aşk ızdırabı olarak kullanmak isteyen yahya kemal “günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum. / yarab hele kalb ağrılarım geçti diyordum” derken “ağrı” kelimesinin başına kalb kelimesini getirmekle kelimeyi soyutlaştırabilmiştir. 

Continue reading »

Şub 082009
 

Küp Şekerden Düşgen
-Aşk sanatının sadece hissedilen matematiğine…-

sayısız paralel evrenlerinin üstünde
tanrının attığı bir zarla
kırıldı içlerinden bir düzlem
ve katıldı bardaktan boşalan geceye
zaman tünelinden düşen
Küp Şekerden Düşgen…

Küp Şekerden Düşgen
hapsolduğunu hissetti birden
parmaklıkları demirden
yüzeyi mavisinden bilinen küreye
ölçtü, biçti ve yakaladı kurbanını
zihin kanallarında yuvarlanmak üzere
Halkalı’daki kiralık bir sobalı dairede…

hayrandı hayran olmasına
seçtiğinin kübist tablolarına ama
kiremit teniyle
saçlarının büklüm büklümlüğüyle
kırmasını istiyordu artık zincirlerini
zengin ve kadınlığını keşfedecek bir erkekle

lâkin kaderin cilveli kafesine bakın
küreselleşme karşıtı
baston yutan çember sakallı fakir bir gence
aşk tutsağı edilmişti sütun bacaklı o kadın
efkarlanarak daldırdı
gümüş tablasına parmaklarını
çıkık Kutusundan çıkardığı
kibrit çöpünün tekiyle alındı boğazına
kalın purosunun acı tadı
dansederken yüksek ökçeli topuklarla
şarap şişesindeki son damla
düşüyordu beli kadar ince kadehinin ucuna
gramofondan uçan elmaslar
doluşurken kulağındaki raflara
çaldı kapısını çember sakallı
yüreğinin kirişlerini yakan korla

gömleğindeki odunlarla
mahallelerden birinin kenarında yakaladığı
üçgen bir vücudu alıkoyuyordu çember sakallı
ok gibi kesişti gözyuvarları
ayakkabı dolabının yanından
sahte Picasso tablolarına kadar
yürüyebilirdi ancak ikisinin bacakları…
sonunda dışbükeyden iki dudak
birleşti sobanın kenarında yassılaşarak
sütün bacaklı kadın
çözdü üstündeki fiyonkları
çıkardı kelebek tokasını
dağıttı büklüm büklüm saçlarını
kare cepli donunda
oval bir öpücük izi bırakılınca
yerleşti aniden kucağına
sandalyede birikmiş çember sakallı
aldı eline buzları
dikleştirdi kadının göğüs uçlarını
oluk oluk döküldü kiremit tenine
buzdolabından yeni çıkmış süt kutuları
takozu kaldırılmış tekerlekler gibi
balkonun fayanslarına girince
emretti zurnanın son deliği
kadının sütun bacakları pergele uyunca
çember sakallının kamışı
karanlıklarla kaplandı kadına özgü oyukta
zevkin köşeleri dört olunca
borazankuşları inledi balkonda
uçarken bütün aşk balonları havaya
evin bacasına kaçan metal topla
aşağıya düşen bir tuğla
yamulttu çember sakallının kafasını
ve bozdu pembe panjurların şablonlarını…

üzerinden geçen silindirle
sütun bacaklı kadın
ağladı uzun bir süre
çember sakallının
piramitlerin içi kadar dondurucu göğsünde
yere düşürdüğü her gözyaşı
sütunları çözülemeyen bir karebulmacaydı
sanat-aşk-zaman üçgeninde
tam rayına girdi derken
yap-boza dönmüştü yine yaşamı

koştu salonuna
içi kabarık
sütun bacaklı kadın
buzkıracağıyla saldırdı aynasına
yere yığılıp kalan cam parçalarıyla
yaklaştırdı sivriliğini bileğindeki damarlara
o anda
bir ağaçtan koparak
pencereden girdi yavaşça
iğne uçlu yayvan yeşil yaprak
uçuşarak yapıştı
sütün bacaklı kadının yılankâvi saçlarına
sarkıt oldu kış güneşinin ışıkları
yüzen kağıt gemi gibi
sütün bacaklı kadının
gözyaşlarında saklı prizmasına
ısırgan dudaklarla bakındı aynaya
teğet geçiyordu mematından
tayfını gördükten sonra
öptü kolyesindeki haçı
kare tuşundan hat halınca
duyurdu sesini kablonun öteki ucuna
aldılar cenaze arabasıyla
çember sakallıyı balkondan
yatırdılar
gölgesi yıkık minareye sarılı
tabutu hilal bakışlı
soğuk musalla taşına
gömülü kaldı dualar
kan çanağı Dünya’nın
anıt olmuş toprağına…

baktı dairesine tekrardan
sütun bacaklı kadın
çemberin dışında kalamadığından
kaçıramadı gözlerini televizyon ekranından

ikiz kulelerin yıkılmasıyla
tank sesleri
top seslerine karışıyordu
küreselleşme yanlısı
ya da karşıtı
ne farkederdi ki
kazık kadar adamlar
birbirlerinin karnına çengel sokuyordu
moloz yığınları arasında
herşeyden habersiz çocuk
annesinin sırtında
rulolanmış gazete kağıdıyla
çubuk makarnaya muhtaç ediliyordu
kelimeler düğümlendi boğazına
kendi kendine söylendi olanlara
‘bunlar insan hayatını lego mu sanıyordu…’
çıkardı kalemden dolmayı
ve son bir solukla yazdı
zarfı kazıklara saplanacak mektubunun
kanlı satırlarını:

‘ben elmas rüyaları olan
küreselleşmeye yanıt
sütun bacaklı kübist bir kadındım
ne sizin minarelerinizin süngüsüne
ne bizim çanlarımızın sesine kapılmış
küreselleşmeye karşıt
çember sakallı fakir bir gence aşıktım
anlamaz mısınız
zeka küpüne çakılı kalmış beyinler
bilmez misiniz
sabır küpüne dönmüş yürekler gibi
insani değerlerin
bir cetvelle kesinkes ölçülemeyeceğini
yumurta kapıya dayanmadan
siz de bizim gibi
eğrisiyle doğrusuyla
yuvarlak bir dünyada
duramaz mıydınız
bir mozaik olarak yan yana
aynı toprakta? ‘

sayısız paralel evrenlerinin üstünde
tanrının attığı bir zarla
çok kırıldı içlerinden bir düzlem
ve eridi bardaktan boşalan geceden
zaman tünelinden çekilen
Küp Şekerden Düşgen…

——

sıyrılır
zeka
küpünden
sabır
küpüne
yapışanlar
anlatır
aslını
bilinçli
yapan
hatalar

Reha Başoğul

Oca 262009
 

Aşk Gecesi
hüzzam kendinden geçmiş, bu gece sahtekâr
tanbur cenk eylemiş, çığlığı zülfikar
rebap ihya yolunda, bedenimde hünkâr
Aşk gecesi bu gece
gönlümde acı bir şerbet var

Ötüyor alevler denizime durmuş asi
düşünmek hepimize olmuş bu anda vahi
haydi durma dön, karşında işte sani
Aşk gecesi bu gece
gönlümde acı bir şerbet var

Kaçıyor meclisimden biri, adı mazlum
yakalayamam onu, ben basit bir kulum
süslenmiş mahşere elbet düşecektir yolum
Aşk gecesi bu gece
gönlümde acı bir şerbet var

dilim karanlık, gözüm gümüşten kamerî
hüznüm sancılı, yaram derinden firdevsi
sözüm bitmiş, duramam ki yeniden mahfi
Aşk gecesi bu gece
gönlümde acı bir şerbet var

sağıma soluma yerleşmiş, nurdan bir iclâl
adını anamam, biliyor bunu arzuhâl
kaybettim dilimin dinini, kanıyor inceden lâl
Aşk gecesi bu gece
gönlümde acı bir şerbet var

sorarım fani dilime niye konuşursun udî
bilmez misin kimsesizim nedir bu cebri
yaklaş kalbime, uyandırmayalım iblisi
Aşk gecesi bu gece
gönlümde acı bir şerbet var

ayyaş dolaşalım ki bu gece
üflenelim neyden
nefes olalım ki bu gece
bezenelim sesten
aşık olalım ki bu gece
doğalım bir’den
Aşk gecesi bu gece
gönlümde acı bir şerbet var

Reha Başoğul

Oca 262009
 

Akıl Karışıklığı

elindeki traş bıçağıyla kadın
dikiyor aynadaki erkeğin sakallarını
kolunu kaybetmişti o sırada vapur düdüğü
susturamadı kaptanın tüten tadını
küvette kurumaya bırakılmıştı çölün sokakları

martıların yazdığı şiirler
ikinci kedinin karnında çiğnenirken
şeffaf bir nüfus cüzdanında
silikti kimliksiz soyadının sesi
ödülünü satın alınıyordu çerçevesiz çivilenen bir sisten

üstsüz bir cinsel organın yamacında
kurtulan bir dağ yakılıyordu satırlarda
yırttılar düşeşe yakalanan kulak zarını
geri kalan Tanrının saatinde
sağnak yağan güneşe açıyordu kırmızı boya

kin yutan mazgalların altında
dönüşü uçuşan bir derviş
Marilyn Monroe gibi zilli
etek takıp ağlıyordu kutsal bir kerhanede
saplandı o gece izin sırtına kaçıncı kırık diş

teraziye söndürülmüş kültablası
akvaryum insanlarından yemlerini alıyordu
kibirliydi kan, kan davasında yediği rüşvetle
üçbeş şırınga çektiler fotoğraflardan
bağırdı o doğumhaneden atomun balık kokusu

kuantum saçılıyordu gözler sağırlar mahkemesinde
beşibirlik takılmıştı sanığın diline
boynubükük bir beyin felci
seviyordu kendisini öldüren ebeyi
patladı o yalan, asılsız bir doğru paketinde

besmelesiz güne başlamayan haham
bütün günahlara aziz diyerek saf tuttu
yetimin annesine sevap çıkartan minberde
kalbine son bir böbrek taşı düşürülmeden
boğdu Tanrının ettiği duaların soluğunu

genişledi ağaç, kalem yapıştırıldığında
ipin boynu takılıydı yüzüğün kilidine
kesikmiş merdiven altından geçen piyango bileti
cenneti eşeleyerek gömüldü rıdvan
kolyesinin göğsüne sıkılan şeytanla basılmış resimle

karışıklığın aklı delirtti akvaryumun şairler defterini
salıncaklar doyurmadı yazı pişiren aralıktaki yemeği
kalemler sildi kaderin yerini
cezalıydı küvetten koparılan karların beraati
renklerin yüzüne kanadı fırçanın bileği
ezilen şaraptan kopamadı ekmeğin kisti
plağa darılmadı alınganlığın musikisi
dışına gürültülü bir duman çekemezse sigara izmariti
sinekkaydı kavuştuğundan beri terketmeliydi
toplu iğneye batırılmış büyük meydanın derisini
martılar kapıp götürmeden uçan kediyi
rahmine sokuldu Tanrının saati

Reha Başoğul

Oca 252009
 

Balıkçıyla Kabaca Pazarlık

vuslata yaka silktim kaptan
acele kalk yetiş yanıma
gidelim buralardan
daraldım diyorum
anlasana
haydi bitir şu tekneni beni bunaltmadan
oyalanma çivi çakmayla falan
fazla da kıçını zımparalamadan
yakalım diyorum kısmetse
senle denizci fenerlerimizi
açalım istiyorum şöyle
denize pupa yelkenlerimizi
bütün dubaları aşıp
sen de en uzaklara kırarsan dümeni
inan olsun
yeter bana…

Vuslata yaka silktim kaptan
acele kalk yetiş yanıma
gidelim buralardan
daraldım diyorum
anlasana
rica minnet olmadan
götür istiyorum beni çok uzaklara
inanmıyorsun ama
hemen görmem gerek
yüreğimdeki balık sürülerini
ah yok mu o bıcırık deniz bigudileri
mübarekler gözümde tüttü şimdi
azmışım da
bunlar da kadınım olmuş sanki
anlamıyorsun ama
nasıl da özledim bi bilsen canım denizimi
bir kere olsun
sürsem yüzümü onun hoyrat lodosuna
off var ya
başım üstüne yeminle
yeter bana!

vuslata yaka silktim kaptan
acele kalk yetiş yanıma
gidelim buralardan
daraldım diyorum
anlasana
sen rasgele demeyi ağzıma bir alıştırsan
ben kızdırsam güzelim dalgalarımızı
karanlığın Ay yüzüne kadar bağırsam
heryanım velet donu kadar ıslansa
gelse içime zaten bir kere bunaltı
bak şuraya yazıyorum
yeter bana!

vuslata yaka silktim kaptan
acele kalk yetiş yanıma
gidelim buralardan
daraldım diyorum
anlasana
çilingir soframıza ne koyarsan
öyle hiç mızmızlanmadan öte boka
derim çok şükür amenna!
söz veriyorum
istesen de
duyamazsın artık benden
başka bir terane
ağzımdan çıktı bir kere
demedik mi ne çıkarsa bahtımıza
zaten ne diyorum ben sana
sarı çizmelerimi taksam ayağıma
yağmurluğumu da geçirdim mi üstüme
adımımı atsam güvertenin başına
elimi de kanattım mı bir kere misinayla
versen de istemem daha
palamutunmuş lüferinmiş
sanma sakın gözüm var onlarda
öylece teknenin köşesinde oturayım
daha ne olsun ki
ciğerimi ye
yeter bana!

vuslata yaka silktim kaptan
acele kalk yetiş yanıma
gidelim buralardan
daraldım diyorum
anlasana
bakma bana öyle uzaktan
hiç deli görmemiş gibi
sen de söz vereceksin
çoluk çoluk ayaklarına yatmadan
ne bırakacaksın beni buzhaneye
ne sen de kaçacaksın tersaneye
geçen seferki gibi kandırmazsan
itmezsen beni elinin tersiyle
ölümü gör
yeter bana!

vuslata yaka silktim kaptan
acele kalk yetiş yanıma
gidelim buralardan
daraldım diyorum
anlasana
adamı günaha sokmadan
beni daha fazla daraltmazsan
kimseyle kanlı bıçaklı olmadan
lafımı bir anlarsan
sen de yeter ulan diyip
verdiğin sözü bi tutarsan
birkereliğine dönmeyiz diyorum işte
ruhuma ağını atmış
şu mendireği kayıp namussuz bedene

Reha Başoğul

Eki 102008
 

Orhan Veli’yle Konuşuyorum Bedenim Boyalı

alıp başımı gitmiştim
koşmuşum Ay’a kadar
üstümde ter kokularımla
yorulmuşum germiştim hamağımı
bahar rüzgarında
yapraklarını sallayan iki ağaca
tam gözlerimi kapattım kapatacağım
diyordum değmeyin keyfime aman ha! ! !

birdenbire duydum ismini
hani şu gürültülü takalar geçerken
sessizlik senin sesinle üzerime gelirken
çekilin Orhaan Velii geliyor diye
kulağıma kuşlar fısıldarken
ya gidin başımdan dedim
yalan söylemeyin yok daha neler
aa sonra bir baktım
gökyüzünü boyuyor biri mavi mavi
bir baktım deniz yırtılmış dikiyor biri
Uzaktan tanıyamadım ama
deniz feneri aydınlattı çehreni
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

bak bak kıskandım şimdi seni
yahu bu bana yapılır mı
elimden almışın deniz kızını?
oh oh cepler de çıkmış dışarı
utanmadan bide sarmışın sırtına balık ağlarını
bedava bunlar galiba…
ne işin var burada senin diye sordun ya
dedim hiç sormaa…
beni de bu havalar mahvetti…
gel gevezelik edelim senle dedin
mahzun duruyorum istersen ilişme dedim
bir sordun neden
bin ah çektim içimden
yine de senin gibi yarım yazmıyorum öyle mısralarımda
yaklaş hele anlatayım sana da
gör bak adalara giden gemiler artık tertemiz geçmiyor
pisletiyorlar güzelim denizimizi
nerde sizin devirdekiler
ya yan yata yata diye söylenirsin değil mi?
sorarım sonra ben onlara
sen üzülme göremedim diye
kurşunkalemim yanımda
tamam tamam unutmadım kırmızı bayraklı
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

biraz ölümden konuşalım tamam da
ya öterse ağustosböcekleri
o zaman son nefesimizi veririz işte
görürüz o zaman sonra sonsuz denizi
neyse…
Tüm bedenimi boya sen yine
hani aramızda kalsın ebemkuşağı renginde
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

Hayret! …ne sırlar anlatıyorsun da
kafam şişmiyor hayret!
Hala Londra Konferansları’nda bahsediyorsun anladım da
geçti onlar anam babam geçti geçti
şimdi herkes seçimleri sakız gibi çiğniyor ağızlarında
biliyor musun
hani derdin ya
bu gaz maskeleri ay ışığını bilir mi
hep bir ağızdan şarkı söyleyebilir mi
orda duralım…bak onlar geçmedi işte
şimdi de mekanik insanlar çıkarttılar başımıza
aklın sıra
güya şiir yazacaklarmış yavuklusuna
hem de güneş batışında hem de Rumeli Hisarı’nda
peh.. bu da senin falcı kadının sözü olsa olsa
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

lakırdılarını, aşklarını anlattın bana tüm gece
ne hayatın varmış senin öyle bee
şeytana uymuşun bi de
eski karının dedikodusunu yapmıyor musun bak yine
sakın ha! hiç değişme
avunalım şairliğimizle işte
Bak aman söyleme Melih Cevdet’le Oktay Rıfat’a
bir sır vereceğim sana
ben sırf seni sevdiğim için seviyorum onları
Mahmut gibi dalga geçmesinler sonra
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

Kadınlar mı dedin?
haha ben Mualla’yı atmamıştım sandala ama
senin kadar çılgındım tasalanma
çok çocukluk yaptım senin gibi ben de çok kadınla
adlarını sorma…
yok öyle yağma…
üşenme edebiyat tarihçilerine sor sen de…
ne çektirdin herkese be
bir isim uğruna öyle kütüphanelerde.
hiç komik değil, gülme öyle…
onu bırak da
ben en çok şu balıkçıları anlatırken baktım senin gözlerine
nasıl gözlerdi öyle be
benimkiler bile kıskandı senden akanları
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

hadi içelim şu rakıdaki balıkla
salatayı iliştir üstüne dedin de
süt içerim ben dedim de yüzünü ekşittin
meraksız çocuk musun oğlum dedin
kıramadım seni koydum bir kaç damla
o zaman da kafanı ben şişirdim
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

bilmezler işte yalnız yaşamayanlar
nasıl korku verir sessizlik insana
nasıl koşarlar aynalara
bir cana hasret
Asıl sen söyle bakalım
biliyorum serde erkeklik var ama
Ağlasam
Sesi mi duyar mıydın mısralarımda
dokunabilir misin gözyaşlarıma
o yerdesin işte biliyorsun
epeyce yaklaşmışım ben sana
seni duydum, gördüm tamam da
nasıl anlatacağım seni
geri döndüğümde insanlara
aman boşveer altı üstü derler deli
gel ağ toplayalım senle bir güzel şimdi
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

ya baksana
insan olmak derdin, hür olalım derdin de
niye esir oldum ben sana bu kadar
kelle fiyatına mı yoksa bu da?
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

Reha Başoğul

May 062008
 

Son Nefes

Düşündüm ki;
insan son nefesinde
neleri doldurur içine
ve çeker
bitmesini istemezcesine.
düşünsenize
son nefes
son an
son düşünce bu
o son nefeste

Düşündüm ki;
insan son nefesinde
yalnızca aşklarını çeker içine
düşünsenize
aşık olduğu zamanlarda
düşünmüşlerse
hangi aşkı ölümsüz
hissetmişlerse
bitmesini istemezcesine
onları düşünürler
o son nefeste

Düşündüm ki;
bu konuda da hiç yazmamış şairlerde
bulamadım son nefeslerini hiçbir dizede
düşünsenize
her anı anlatmak için düşünüp
şiire aşık oluyorlar
bitmesini istemezcesine
son nefese gelince
hiçbirşey yazmadan
kaçıp gidiyorlar
o son nefeste

Düşündüm ki;
zeka bu yüzden verilir
Ve hisler
en derin nefesini alır
bitmesini istemezcesine
o son nefeste

Düşündüm ki;
aklımı düşününce nefesimi
nefesimi düşününce aklımı kaçırıyorum
ben çok düşündüm dostlar
son nefesimin vereceği karar:
düşünmek akla zarar
ne kadar düşünmüşsek
kabirde o kadar azab var

Reha Başoğul

May 062008
 

Mutluluk Oyunu
İnsan
korkar
mutlu olmaktan
çünkü
emin değildir
kendinden kaçırdıklarından

insan
sapar
anılara dokunmaktan
çünkü
emin değildir
güçlüyü oynamaktan

insan
bakar
çıkmaz sokaktan
çünkü
emin değildir
yoluna kusacaklardan

insan
ağlar
yalnız kalmaktan
çünkü
emin değildir
boşlukta solacaklardan

insan
kusar
gecesiz karanlıktan
çünkü
emin değildir
ışığın doğurduklarından

insan
kaçar
gerçeği duymaktan
çünkü
emin değildir
yüreğine bakanlardan

insan
solar
buruşmuş kağıttan
çünkü
emin değildir
kalemin ağlamasından

insan
doğar
yargısız tabiattan
çünkü
emin değildir
ölümün korkuttuklarından

insan
oynar
mutluluk oyunundan
çünkü
emin değildir
insanlığın sapacağından

Reha Başoğul

Eki 162007
 

Kukla

Kaç saatte büyüttüm seni bir bilsen
bakmazdın bana, sıradan bir sahip gibi
kaç gece oynatmamı istedi seni benden bir bilsen
saklardın beni ketumluğunun altına, savaştan kaçar gibi

ellerim kaçtı
kasıklarım şaştı
sesim rüzgarı aştı
basılı bir kor tanesinde
iplerim bağışlasın beni
kusurlu aşklar çeşmesinde
bedevi kaldım
sabrım taştı
yerin kurudu
sen dağıttın oynar başını

ılık ülkenin bahar akşamında konuşan
yapraklı yollarda alnıma mine koyan
ey duyuların koruyucusu!
ey erkekliğin münzevisi!
yaklaş bana!
bu kuklanın kiriyle
nasıl yıkanır aşk
nasıl imbatlara sarılır
uçar ininden
karanlık niye susmaz ki yerinden
sazını ozana bırakmaz
gözünü sakınmaz tenden

öğret böceklerin dilini
çamura karışayım yarın
kapat kuklamın perdesini
yüzüne bakayım yarın

Reha Başoğul

Eki 142007
 

haiku
Sergei eisenstein’ın sinema teorisindeki kurgu üzerine düşüncelerinin temelinde yer alır ve bize Matsuo Bashou, Yorgo Seferis ve Oruç Aruoba okutturmak için güzel bir bahane olarak dünyada iyi ki vardır dediğim ve arada şiir yazmak için tercih ettiğim şiir formu… Derler ki matematikçiler kendi aralarında şakayla karışık: eğer ki bir gün tüm haikular evrenin sonsuzluğunu anlatabilirse, evrenin genişlemesi duracaktır. Bir haiku şiirim için tıklayın.

Eyl 092007
 

Han Duvarları

İstanbul’dan hayatında ilk defa, savaş sonrası üç günlüğüne at arabasıyla yolculuğa çıkan Faruk Nafız Çamlıbel’in; Anadolu’nun o haliyle ilk teması objektif ve subjektif tasvir açısından önemli ve lirik bir şiirdir. Şiir anadolu coğrafyası, Anadolu insanı ve Çamlıbel’in kendisini anlatması babında ayrıştırılabilir. Aralarda vatan müdafaasının meçhul şairi Maraşlı Şeyhoğlu’nun koşmalarına yer verip, lirizm bütünlüğünden kayıp vermemesinin, ayrı bir güzellik yaratmışlığı mevcuttur. Gurbet duygusunun o sıralarda moda ve gelenek olmasıyla da bu havayı yansıtmaktan geri kalmayan ve etkileyici bir şekilde örgüleyen Çamlıbel’in, Ulukışla’dan Toroslar’a Eriyeş’ten Araplıbel’e kadar gezisi kronolojiktir, tıpkı ilk başta mart ayında başlayan yolculuğun, şiirde sarı hakimiyetini sunmasından daha sonra beyaza geçmesi ya da şiirin sabah ile akşam arasında yazmasıdır. Melankoli sarısı, ölüm beyazı, boşluğun karanlığı, Çamlıbel’in sembolizmadaki kullandığı han ve yol kavramıyla da pek örtüşmektedir. Manzum şeklinde hikayeleşen bu şiir, fotoğraf realizminin de iyi bir örneği olarak bizi etkilediğini düşünmekteyim. Nesrin sentimental şiir yapısını kullanan Çamlıbel’in bu ölümsüz şiiri, fikri değil, duyuyu ve duyguyu bize aşılar ve gram ideoloji ve didaktizme kaçmadan saracak şekilde yüzümüze nefes verişi vardır…

İşte o müthiş şiir:

Continue reading »

Haz 152007
 

Emanet

 

Birden tüttün gözümde 

farklı bir gönülde 

sana yabancı bir dilde… 

 

Çilekeş bir flamenko ağıtına tav olmuştu kısmetimiz 

sen endamımda dolaşırken 

ben yeri döven güçlü topuk seslerine dalmıştım. 

bir ispanyol gitarının süslediği 

tırtıklı bir seste kesişti sonunda gözlerimiz 

fırfırlı etekler ahenk telaşında 

hangi rengin kral olacağını düşünürken 

ben çoktan simanı bellemiştim. 

penalar tellere dalaşırken 

sen yanımda bitivermiştin. 

 

loş kırmızı ışık, lal bakışlarına feryat ediyordu 

melez bir dille çözdün gömleğimin düğmelerini 

ne takat bırakmıştın bende o gece 

ne de talimsiz asude… 

düşlerime taktın esmer bir kelepçe 

ellerime bırakılmış uzun siyah bir yele 

biraz yenildi benden yasak meyve 

biraz içildi senden ıslak buse.. 

 

kumların üstünde vira dedik ana 

günahların oynandığı tiyatroda 

bir durmak yoktu senaryoda 

bir de bedenlerimizi ayırmak 

 

yaşın benimkinden kibirliydi ama 

ufak bedenin kucağıma cuk oturuyordu 

benim iksirim kaynar kaynamaz 

senin kadehine boşalıyordu 

 

zamanı biraz itekleyince 

ege’nin özgür dağlarında bulduk kendimizi 

sarp kayalarda da saklı kalmadı hasatımız 

arzu zehiri kanımızda yelken almıştı 

ne rüzgar arıyordu ne demir atıyordu 

ama keyifli serüveni kalbimize merhamet etmeden devam ediyordu. 

 

bazen bir at arabasının arkasında aldandım yanağına 

bazen bir ağacın altında sarıldım dudağına 

o zaman anladım samanların yumuşaklığını 

kirazların tadını… 

 

bana yadigar kısa manzum söylenirken 

çağırdın beni boğa kokan diyarlarına 

bir göle bakan eski bir kulübeyle 

istediğim gibi bir balıkçı teknesi alırız dedin bana 

 

tam da huri diye yazıyordum seni hayatıma 

ne iki çift laf edebilmiştik semadan 

ne de senin soyağacından… 

oysa yıldızlara baktığımızda 

hep aynı yıldızın kayışını yakalardık 

hep aynı pınarın sesinde dans ederdik 

içtiğimiz şerbet yediğimiz turta bile 

cilveleşen ağzımızda tad buluyordu. 

farklı kimliğimizin üstünde bile 

insan olduğumuz yazıyordu 

 

vuslatın bohemliğinden sıyrılışına az kala 

bu diyarlardaki bol ışıklı yere gitmek zorunda idin 

ben kaygılarımı azat etmişken 

sen gülücüklerini bana emanet etmiştin.. 

 

ebemkuşağının altında seni bekledim bir süre 

kelebeklerin papatyalara ilan-ı aşk edişini zahmetlice izledim 

mehtabın suya çıplak poz vermesini gizlice gözetledim 

aklıma gelince emanetin 

onun geometrisini toprağa çizdim 

 

fakat tutmadı insanlığın aciz ilim hesapları 

sevgi köprüsüne gelmeden pusu kurmuş Azrail ve arkadaşları 

oraya verdiğim bir kadına bir de kuma getirmiştim şimdi 

sana vurandan daha ağır bir yük altında kaldım işte o an ben 

kanının süzüldüğü yolda emanetini mazgallara düşürdüm neyazık ki ben… 

 

Birden tüttün gözümde 

farklı bir gönülde 

sana yabancı bir dilde… 

 

yine bir flamenko ağıtında 

farklı bir gönülde 

bana yabancı bir dilde 

kimsenin bilmediği seni 

herkesin bildiği bir emanette gördüm.

 

Reha Başoğul