Pulitzer ödülü de mevcut olan, konusunda büyük bir boşluğu dolduran, içindeki bağlantılarla ve örneğin alice harikalar diyarı gibi referans aktarmalarıyla, paradoks, nöroloji, algı eşikleri gibi konularda matematik, nlp, mantık temeli olmayanların kolay kolay sonunu ve başını getiremeyeceği, Douglas Hofstadter’in Kabalcı’dan çıkan, konusundaki en yetkin ve en kalın referans kitabı, hatta ebedi gökçe belik!
‘Jan Vermeer’ de denilen, still life tarzında, eşyanın tabiatı ve manası konusunda Sezar’ın hakkını Sezara ışıkla veren janr ustası hollandalı ressam, herkes dışarda fink atarken, o evinde öyle kurgularla resim yapmıştır ki ortaya çıkan çeşitlilik ve ihtişam mükemmeldir. Ne kadar sıradan denip geçilir bir müzik dersinin alınması, sütün dökülmesi, mutfakta geçirilen zaman, mektuplarla zaman geçirme gibi…An durur ve anlam olur…Aynı adlı, bilinen en ünlü resminin nasıl yapıldığının hikayesini anlatan “Girl with a pearl earring (inci küpeli kız)” filmi ise, sanatçının tarzına yakın bir görsel yönetmenlik başarısıyla çekilmiştir ve Match point, The Prestige, The Black Dahlia, Lost in Translation filmlerinden tanıyabileceğiniz Scarlett johansson, tam da Vermeer’in resmindeki gibi durudur, huzur verir…
resimleri ve Vermeer’in katkıda bulunduğu Hollanda kültürü için : www.essentialvermeer.com
Charles Baudelaire’nin, ressam Constantin Guys’ı incelemeyi alıp buradan hareketle modernizm’i ve kent yaşamını sorguladığı kitaptır.
Paris’in modern kimliğinin bu sorgulamaya dahil olması, şuh bulvarlarıyla, rütin hayat örgüsüyle, lüks vitrinleriyle, organik arterleriyle vardır ve bunların soyut imge anlamında yıkıma, kaosa, zahmete ve bıkkınlığa sebep olacağını düşünülebilir. Ressam guys’ın eserleri ise modern kent üzerine resim analizi anlamında övgüsüne sahipken, aslında resimlerin bu kadar derinliğinin olmasını baudelaire, çelişkilerin, karmaşanın, ruhsuzluğun mozaiği olarak yorumlar.. Sanki bir imge göçü vardır kentte ve kentlileşmede…
Mimar bir arkadaşımla istanbul’un kent dokusu şemsiyesi altında yozluğa ve yaşanabilir kılınmaya giden iki farklı yüzü üzerine yaptığımız buna benzer kritiğiminn, Baudelaire evrenindeki bu kitap bünyesinde yer alan sözleriyle anlam bulduğunu görmek daha da düşündürmüştü beni:
” modernite anlık olandır, geçip gidendir, olumsal olandır, sanatın yarısıdır; öteki yarısı ise sonsuz olandır; değişmeyendir.”
Constantin Guy, bir ressam ataletiyle kendini gizleyip kentin içine baktığı uçurumları ve uçurtmaları çizmiştir. Baudelaire de ona ‘serbest zaman tiryakisi’ demiştir. Kentte yaşarken ödediğimiz diyetin hatrını acımasızca soruyor Baudelaire. kanıtladığı kadar, kanırtıyor da. Açmazlara sürükleyip, hedefsizleştiriyor da… “biz devinimiz” diyor ve devinimimizi vahşete sürükleyen bir soluğa muhtaçlığıyla anlatıyor…
Hayyam’ın dediği gibi “bazen bir peynirde delikler arayan böcekler gibiyiz” şehirde. Freud’un “uygarlık ve hoşnutsuzlukları”nda etraflıca incelenmiş bu yabancılaşma olgusunu, imgelemedeki göçe bağlamak, Baudelaire’in mekan darlığı yaşayan kan dolaşımını, süreksizlikle eşdeğer bir renkte kınından çıkarıp yağdırmaktır şehre…