May 242014
 

nymphmaniac posters - lars von trier - analiz - eleştiri

“Hiçbir orgazm yaşamadığımızı kabul etmek istemezsiniz, belki.
Belki de, orgazmların ne olduğunu, aşağı yukarı hangi stilde geldiklerini
ve sizce nasıl elde edilebilir
incelmiş farkındalıkların,
davetkar seslerin ve sessizliğin alemine girmek istiyorsunuzdur.

Gerçekte, orgazmın tarihi,
dünya tarihinden başka bir şey değildir.

Aslında, her yerdedir orgazmlar, her ne kadar
“bir orgazm nedir” sorulduğunda kendi kendimizi
sözcüksüz bulsak da.
Bazıları inanç diye adlandırır orgazmları,diğerleri müzik olarak görür onları
daha başkaları da, kendi kendimizin
en iyi hali der onlara.

Nasıl tanımlanırsa tanımlansınlar, orgazmlar
büyük keyiftir erkeklerde ve kadınlarda, 
iyide ve kötüde, görünür ve görünmezde
gerçek ve gerçek olmayanda 
Herkesin başına gelebilir orgazmlar
ve her çeşit insan için, her çeşit orgazmlar vardır.

Örneğin lirik orgazmlar vardır; hayal edilen,
bir kişi için derin duygular dile getiren…
Balad orgazm vardır sözel olarak canlı kalan,
dramatik orgazm vardır ek izahat gerektirmeyen…
Ve epik orgazm vardır, içinde bir aşığın kahraman ya da
fatih rolünü oynadığı, bir uzun-soluksuz orgazm.

Erkekler çok kez orgazmların kısa
ve göze çarpıcı haikusu’ndan memnundurlar…
Din adamları ve kasvetli tipler matemli,
mersiye türünden orgazmlardan bahsederler…
Ünlüler ve teşhirciler gösteri orgazmına meyillidirler
– seyirciönünde sahnelenen bir stil olan.
Modası geçik erkek ve kadınlar, kırsal manzaranın ortasında
ortaya çıkan pastoral orgazmlardan asla yorulmaz.

Ve gündüz ve gecenin herhangi bir anında
kaybolmuş orgazmlar dolaşırlar amaçsızca,
sokaklarda bekleyerek bulunmayı.

Önemli olan orgazmlar yüzünden fazla eziyet çekmemektir.
Sevmek zorunda değilsiniz onları.

Dahası üzücü orgazmlar da olabilir, hatta
kayıptan, kederden, umutsuzluktan dem vuran
blues orgazmları da olabilir
Sadece sabırlı olun.
Oturun kendinizi evinizde hissedin, gevşeyin ve bekleyin…
Bırakın uzun süre kalsınlar derinliklerinizde.
Hissedin telkin edici ritim ve modellerini.

Bilin uygun anlarını: Onların küçük ayakları
üstünüzden tekrar tekrar geçerken
ve yavaş yavaş beyninizi
bedeninizi ve yüreğinizi ele geçirirken.

/Kadın şair Nin Andrews’ın “Orgazmı Tanımlama” şiirinden…

Lars Von Trier, AntiChrist(Deccal), Melancholia(Melankoli) filmlerinin ardından “Depresyon Üçlemesi” olarak da adlandırılan serinin son filmini “Nymphomaniac” ile tamamladı. Türkiye’de “İtiraf I”  ve “İtiraf II” isimleriyle yayımlanması beklenen filmin gösterimi sinemalarda yasaklandı, mecliste dahi tartışıldı ve bir çok kültür-sanat-edebiyat eserini sansürlemesi veya yasaklaması ile faşizm ve utanç suçları tarihinde hatırı sayılır yeri olan AKP hükümetine yine bir çok tepki oluştu. Filmin diğer ülkelerde 18+ uyarısıyla yayınlanırken, aralarında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, Onur Ünlü gibi yönetmeler de olmak üzere bir çok sanatçı, yazar, yönetmen yaş sınırına rağmen Türkiye’de yasaklanmasına kınamayla tepki gösterdi.  Faşizan sansürün fıtratında olduğu gibi  yasaklanma,  filme olan ilgiyi daha çok arttırdı ve üniversitelerde, internette izlendi ve kritiği daha fazla yapılan hale geldi. Trier sinemasının “pornografik” olduğu iddiasıyla eleştirilmesi ve rahatsız olunması ise takipçileri için sıradan, sığ ve anlamsız bulunmaya devam ediyor. Zira Trier’in “İyi bir film ayakkabının içerisine kaçan çakıl taşı gibi olmalıdır.” sözüyle belirttiği gibi filmlerinden rahatsız olunması, tıpkı Haneke’de olduğu gibi Trier için de “rahatsız ederek toplumsal bir olguyu sorgulatmaya ve anlamaya dair” başarıya ulaşma eşiğini temsil ediyor.

 

Nympomanyak - Lars Von Trier - Poster

“Aşkı unutun” sloganıyla fragmanları yayımlanan Nymphomaniac’ta, filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Trier’in kendi sinema geçmişinin olduğu kadar, Trier sinemasının kamera önünden ve kamera arkasından ve de Trier’in bilinç dışı referanslarını barındırması açısından da önem kazanıyor ve gerek ideolojik örüntüsü, gerek anlatım tekniği, gerekse içeriğin felsefedeki karşılığı, Trier’in doğuştan gelen, tarihte ve bilimde sıkça karşılık bulan seksüel birikimin sinema diliyle yaptığı varoluşçu psikanalize uygunluğuyla incelemeye değer bir bulmaca sunuyor.


Filmin Brechthyen Estetikle Yapıbozumsal İskeleti

“Amaçlarımız uğruna duygular bile dünya görüşümüzü desteklemek için kanıt olarak kullanılmalıdır.”

/Piscator

Continue reading »

Eyl 182012
 

Womb - Rahim - Poster - Afiş - Sinema - Eleştiri - Analiz

” Aşkın gerçekliği yoktur.
Zamanı vardır.
Her aşk kendi zamanı içinde gerçektir.
Yaşamda hiçbir şeyin olmadığı kadar gerçek.
Su balığın hem varoluşu hem zamanıdır.
Suyun zamanı gibi aşkın da zamanı vardır.
Kendi zamanı.
Sudan çıktıktan sonraki zamanda, sudaki zamanı bilemezsiniz.
Nerden bileceksiniz?”

/ Murathan Mungan 

1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya gelen Louise Brown, 2008 yılında anne olmuş ve eşi tarafından annelik yetisi konusunda övgü almıştı. Bu süreçte ise erkeğin spermiyle. kadının yumurtasını rahimde değil de dış ortamda döllenip, sonra tekrar annenin rahmine yerleştiren tüp bebek yöntemi büyük tartışmalara sahne olmuştu. 1952’den başlayan klonlama tarihi boyunca kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi bir çok hayvan klonlanmış ve gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Bugüne baktığımızda ise Louise Brown’un açtığı tüp bebek yöntemiyle bir çok çift bebek sahibi oluyor ve toplum içerisinde o zamana göre kıyaslandığında bu bebek, çocuklukları dahilinde “normal” olarak karşılanıyor, tüp bebek hastaneleri yapılıyor, tüp bebek için devlet teşvikleri veriliyor. Kısacası tüp bebek yöntemi toplum tarafından kanıksanan ve hatta özendirilecek bir konum kazandı.

Tüp Bebek, Klonlama, Kök Hücre tedavisi gibi biyoteknolojide yaşanan bu gelişmeler ile ilgili bir çok film yapılsa da, işin “birey” olgusuna yönelik iki film bu alanda dikkat çekti: Michael Bey’in yönettiği 2005 yapımı The Island(Ada) ve Mark Romanek’in yönettiği 2010 yapımı Never Let Me Go(Beni Asla Bırakma) “doğal olmayan” yollardan klonlama yapılarak, toplumda “doğal olan” yollardan dünyaya gelen insanlara bir nevi yedek organ işlevi gören klon insan algısının klon insanlara yaşattığı dramı, toplumdaki statüsü sinemaya derin diyaloglarla yansıtarak bizlere sorgulatmıştı.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf ise,yazıp yönettiği Womb(Rahim) filmi ile halen tartışılan hatta “ilk insan klon bebeği doğurduk” iddialarının ciddiyetle yaşandığı çağımızda olayın bambaşka ama bir o kadar da özlük boyutuna iniyor ki “klonlama” tartışmalarında, biyoetiğin sosyal boyutunda klonlama ilgili gelen eleştirilerin tam da anlatmak istediği,  bir anlamda uç ama bir o kadar da olağan bir aşk hikayesine odaklanıyor ve izleyicisine soruyor “Bir adamı onu tekrar doğuracak kadar sevebilir misiniz?”

ARTIK AŞK İÇİN AŞKI DOĞURMALI AŞK O ZAMAN MI AŞK?

“Ancak ölümsüzlüğe çare bulunduğunda, aşkın ölümlü olduğunu kabullenecektir insanlar.”

/ Murathan Mungan Continue reading »

Mar 222009
 

 

Ne zaman?

Dilemma konusu açılınca aklıma gelen ve hopi kızılderililerin dilinde olmayan, zamanın dilemma hali… 

Benjamin Lee Whorf şöyle diyordu hopi kızılderilileri ile ilgili çalışmasında; “uzun ve dikkatli bir analizin sonunda, hopi dilinin, bizim “zaman” dediğimize, ya da geçmiş, gelecek dediğimize, ya da süren, geçti dediğimize doğrudan tekabül eden hiçbir sözcük, gramatik biçim, kuruluş ya da ifade içermediği görüldü. (carroll). ”

Dilde zamansal görünümün evrenselliği ile ilgili çalışmalar, zaten gramer olarak hepimizin önünde duruyor ve ilk öğrendiğim zaman, akla yatkın gelen bir felsefeyi de çağrıştırıyordu bana Benjamin Lee Whorf: tanrının, kadının, erkeğin, aşkın, mekanın, sezginin, doğumun, ölümün ifadeleri zamana bağımlı olmasıyla ne kadar da mutlak gerçekliği anlatıyor bize, tartışılır.. Her söylenim, açık ya da örtük üç anı belirtir diyor dil felsefesinde uzmanlığı aşikar hans reichenbach: konuşma anı, olay anı, olaya gönderme yapılan an. Bu ilke dahilinde bakılan edebiyatta, kuşkusuz dili zamandan bağımsız anlatmak imkansıza yakın derken, hopi’lerle gelen bir arıtım duygusu insanı düşündürmüyor değil. 

Farklı açılardan ele alabiliriz bunu. Psikolojik, biyolojik, izafi zaman gibi ve tüm bunların üstüne yazılan edebi eserler, bilimsel çalışmaların analiziyle hopilerin kendi bilgeliğindeki zamana yer vermeyişinin tezatı, bilişsel öğrenmelerimizde ‘ben’ olgusunu tekrar ele almama sebebiyet verir hep işte, yazarken, giderken, gelirken, iletişimde ve ilişkilerde.. 

Bir diğer konu ise, dilde zaman kavramının yaratılmasının iş dünyasındaki ya da vahşi kapitalizmin en büyük silahı olduğu anlamına gelmesi… Şöyle ki; insanların kiralarını, maaşlarını, alım güçlerini, tatillerini, sigortalarını, faturalarını hep dille ifade ederken çıkan ve tümevarımla varılabilecek toplumsal buhranın kaynağı olarak, dildeki zaman kavramını güncel neslin kendisiyle beraber bir iç hesaplaşmaya sokması gerekiyor üst düzey yöneticilerden alt düzeye kadar ki ‘neden?’ derlerse; baksınlar edebi ederlerdeki, zamandan ve günlük hayatın bir periyoda bağlanması(hafta/ay/gün/yıl/yüzyıl) kaynaklı çekilen ızdırab tasvirlerine… baksınlar, kafi..

Mar 182009
 

İçinde Paul Evdokimov gibi teolog, Bertrand Russell gibi bir düşünürün, Clellan s Ford gibi antropolog’un bulunduğu bilimadamlarının antik çağda, mitolojide, klanlarda, kabilelerde, ortaçağda, günümüzde, değişik açılardan romanesk aşk, cinselliğin evrimi, kültürlerarası farklılıkları, anaerkil aile kavramı gibi konularda ferman verdikleri makalelerin derlendiği kitabın ismidir. Russell’ın romanesk aşk adlı makalesi beni tatmin etmese de, özellikle Paul Evdokimov okuma zevki aşılayacak kadar hakkını verecek şekilde güncel aşk tanımı altında yaşanan erotizm furyasında iktidarsızlık, kontrolsüz ve hastalıklı üreme, yığınlaşmış kollektif erotizm noktalarında doğru, haklı ve lafı gediğine koyan tespitleri vardır ki “fuara konmuş erotizm” tabiriyle demek istediğini özetlemem mümkündür herhalde.

Şub 292008
 

Geçtiğimiz onca yüzyılın düşünsel buhranında, postmodernizmin yarattığı tehlikenin takkesinin göründüğü ve tam adı, “Son moda saçmalar: Postmodern aydınların bilimi kötüye kullanmaları” olan ve iki fizikçi ki biri Sokal Vakası’nın başkahramanı Alan Sokal olan, diğeri de Jean Brichmont tarafından yazılmış, günümüzün aydın, medya, eleştiri, saptırma, yapıbozumculuk gibi konularına değinen çok önem verdiğim bir kitaptır. eksiksiz dipnotlarından saptamalarına kadar bu kadar zengin bir araştırma perspektifi için oldukça uzun araştırmalar yaptıkları aşikar. bu yüzden bu kitaba uzunca ve bölüm bölüm anlatımlarla aktarmanın doğru olacağını ve kitabın mesajını daha iyi aktaracağını düşündüğüm bir inceleme yapmak istiyorum.

Continue reading »

Kas 172007
 

 

jacques lacan

Bir zamanların şairi olmasına şaşırmamakla beraber, ölümüne Freud Ekolü’nü savunan, ironik bir şekilde antipsikiyatri savunucusu olan fransız psikiyatr. Borges’in “dilimden çıktıktan sonra söylediğim şey artık bana ait değildir” mantığına, lacan da hemfikirdir, yani varlığını, dilin ona sunduğu kadar tanıyabilen bir çerçevede oluşturduğunu savunur. Bastırma ve Yüceltme kavramlarını tek bir çatı altında birleştirmesi, bunun sebebi de kendi gerçekliğiyle, düşüncesi arasında büyük ve belirgin fark olmasını sağlayan kültürel özne pozisyonudur. Parçalanmış beden, ayna evresi ve odipial evre ile gelişimi üçe ayırması Freud’un otoerotizm ve narsist evreleriyle örtüşür. Ona göre insan, düşlerinden yaşam enerjisini alır ama hayalkırıklığıyla ilerler… 

Tüm bunların dışında dilin paradoksal ölçütleri konusunda kendisiyle hemfikir olsam da Lacan bir çok olguyu matematiksel açıklarken maalesef “matematik diliyle” saçmalamıştır. Bunun da detaylarını “Son Moda Saçmalar” kitabındaki Lacan incelemesi tavsiye edilir…