Tem 252018
 

Fas’ta bulunan Jebel Irhoud arkeolojik alanından çıkan yeni fosil bulguları, türümüzün köklerini 100.000 yıl geriye çekmekten fazlasını yapıyor. Ayrıca, 300.000 yıl önce en eski bilinen Homo sapiens atalarımızın menüsünde neler olduğunu da ortaya koyuyor. Continue reading »

Tem 242018
 

Uzmanların sunduğu bulgulara göre, buğdayı yetiştirmeye başlamadan ve buğday tarlalarından 4000 yıl önce ekmekleri yaptılar. Yapılan bilimsel analizde ekmeğin kalıntılarına, bulunan bir fırın içinde keşfedilen mikroskobik kömür kalıntıları, modern yöntemlere benzer bir şekilde pişirilmiş ve aynı şekilde hasat edilmiş ve işlenmiş bir hububat karşımı kullanımına dair bulgularla ulaşıldı. Continue reading »

Tem 212018
 

Yeni bir DNA çalışmasına göre Hun savaşçıları, “egzotik” kadınlarını, siyasi ittifaklar kurma umuduyla Avrupa’daki yerel ortaçağ çiftçileriyle evlenmeye gönderdiler.

Araştırma, altı Bavyera mezarlığında bulunan eski Hun gelinlere ait 1.600 yıllık uzun kafataslarıyla ilgili yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıktı. Araştırmacılar, Hun gelinlerinin Bavyera’daki yerel köylere yerleşmek ve beşinci yüzyılda stratejik evlilikler kurmak için Bavyera’nın sakin köylerine geldiğine inanıyorlar. Continue reading »

Mar 152014
 

Panoptikon

“Köpürerek koşuyordu atlarımız
Durgun denize doğru.

Bu uçuş, güvercindeki
Özgürlük sevinci mi ne!

Öpüşmek yasaktı bilir misiniz?
Düşünmek yasak,
İşgücünü savunmak yasak!

Ürünü ayırmışlar ağacından,
Tutturabildiğine,
Satıyorlar pazarda;
Emeğin dalları kırılmış, yerde

Işık kör edicidir, diyorlar
Özgürlük patlayıcı
Lambamızı bozan da
Özgürlüğe kundak sokan da onlar
Uzandık mı patlasın istiyorlar,
Yaktı mı tutuşalım
Mayın tarlaları var,
Karanlıkta duruyor ekmekle su

Elleri var özgürlüğün,
Gözleri, ayakları;
Silmek için kanlı teri,
Bakmak için yarınlara,
Eşitliğe doğru giden.

Ben kafes, sen sarmaşık;
Dolan dolanabildiğin kadar

Özgürlük sevgisi bu,
İnsan kapılmayagörsün bir kez;
Bir urba ki eskimez,
Bir düş ki gerçekten daha doğru.

Yiğit sürücüleri tarihsel akışın,
İşçiler, evren kovanının arıları;
Bir kara somunun çevresinde döndükçe
Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler.
O somunla doğrulur uykusundan akıl,
Ağarın o somunla bitmeyen gecemiz;
O güneşle bağımsızlığa erer kişi.

Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek.

Gel yurdumun insanı görün artık,
Özgürlüğün kapısında dal gibi;
Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!”

/ Oktay Rıfat – ‘Elleri var özgürlüğün’ şiiri

New York Times’ın en çok satanlar listesinde de yer almış, Google’ın Yönetim Kurulu Başkanı Eric Schmidth ve Google Ideas’ın yöneticisi Jared Cohen’in 2013 yılında kaleme aldığı “Yeni Dijital Çağ” kitabının “Devrimin Geleceği” bölümünde şöyle yazar:

Yeni bağlantılı toplumlarda devrimci hareketlerin hızla çoğalması bazı gözlemcilerin öngördüğü gibi er geç köklü devletler için tehdit edici olmayacaktır, çünkü iletişim teknolojileri devrimlerde, dengeyi halkın lehine değiştirecek şekilde pek çok dönüşüm sağlasa da, bu araçların etki edemeyeceği bir takım kritik değişim unsurları vardır. Bunların en başta geleni, muhalefeti zor zamanlarda ayakta tutabilecek, reforma yanaşması halinde hükümetle pazarlığa oturabilecek ya da diktatör kaçıp gittiğinde sorumluluğu üstlenerek halkın istediklerini verebilecek bireylerden oluşan birinci sınıf liderler yaratılmasıdır. Teknolojinin, bir kişinin devlet adamlığı rolünü doldurabilecek vasıflara sahip olmamasıyla bir ilgisi yoktur. Son yıllarda kalabalık gençlik kitlelerinin sadece cep telefonu ve benzer cihazlarla silahlanmış halde tarihte yıllarca sürmüş olan bir süreci hızlandırarak, onlarca yıllık otorite ve kontrole meydan okuyan devrimleri ateşleyebildiğine tanık olduk. Teknoloji platformlarının, verimli kullanıldıklarında, diktatörlerin devrilmesinde önemli bir yol oynayabileceği artık açık. Olası sonuçlarına bakılırsa – zorbalıkla ezilme, rejim değişikliği, iç savaş, demokrasiye geçiş – devrimleri yapan ya da yıkanın kullanılan araçlar değil insanlar olduğu da açıktır.

Günümüzde , devrimlerin bileşenlerine bakıldığında özellikle sosyal medya ile kıvılcımlanmaya ve hatta olgunlaşmaya başlayan, akabinde ana akım medyayı etkileyen, tetikleyen, tehdit eden ve hatta dönüştüren unsur, teknoloji guruları tarafından, alıntıda bahsedildiği gibi, teknolojiyle değil, onun önünde değerleriyle var olan insanla mümkün. Dijital dünyayı devrimlerin söylem alanı olarak kullanmasıyla insan kendi varoluşunu yüceltebilecek mi?’sorusuna yanıt ise bir çok felsefe oturumlarında tartışılmaya devam ediyor. Gençlerle birlikte etkisini gösteren mobil penetrasyonun artmasıyla birlikte bilgiyi ve gerçeği arayışımıza katkıda bulunduğuna inandığımız insan, bu şekilde “hızlanarak” ‘kendisine ne kadar değer verebiliyor, katabiliyor?’ bir çok insanın içinde de cevabını bulmak için yeşerttiği bir soru olarak karşımıza çıkıyor.

GÖZETLEMEK İSTEYEN İKTİDARI GÖZETLEYEN DİJİTAL HALK HAREKETİ

“Nasıl bilgisizlik ortaçağ boyunca hıncını aldıysa, bizim bilgimiz de bizden hıncını alacaktı…”

/Nietzsche

Continue reading »

Tem 282013
 

– Bu analiz, Dünya’daki tüm çıkar ve rant peşindeki siyasetlerden ötürü hakkaniyeti ve hatasını görüp de erdem gösterip istifa etmeyen  siyasetçiler ve sansür/otosansür uygulayan medya çalışanları nedeniyle yaşamını yitiren tüm insanlara, ağaçlara, hayvanlara, canı yananlara, evlat acısı dinmeyenlere, kardeş halklara, inanç özgürlüğüne, izinsiz gösteri hakkına, çoğulcu ve muhalefetteki parti sayısını bir gurur ve gelişme göstergesi sayan demokrasiye, özgür medyaya ve bilime ve de tertemiz fikri hür, vicdanı hür Gezi Ruhu’na adanmıştır.-

Somemto firmasının analiziyle 29 Mayıs- 4 Haziran 2013 tarihlerinde  atılan Tweetlerin ağırlıklarına göre kelime bulutu

Somemto firmasının analiziyle 29 Mayıs- 4 Haziran 2013 tarihlerinde atılan Tweetlerin ağırlıklarına göre kelime bulutu

“İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem.
Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar.
Onun için siz kendi ilminize, irfanınıza güveniyorsanız,
bana söyleyiniz, sosyal ilimlerin güzel (yapıcı) yönlerini gösteriniz,
ben takip edeyim.”

/ Gazi Mustafa Kemal Atatürk

GİRİŞ
Gezi Parkı eylemlerinin miladı olarak anılan 27 Mayıs 2013 gecesi 22:00 sularında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iş makineleri ile Gezi Parkı’na girilip 5 ağacın yerinden sökülmesiyle kıvılcımlanan Gezi Parkı olayları, AKP kanadının “mesele Gezi Parkı değil, hala anlamadın mı?” ifadesiyle eylemleri karşılamasına neden oldu. Peki mesele gerçekten ne idi ve hala anlaşılmayan ne idi? İlerleyen günlere değinmeden önce, AKP’nin 11 yıllık iktidarının da etraflıca sorgulanmasına, eleştirilmesine ve eski defterlerin AKP kanadı dahil tekrar ortaya çıkarılmasıyla çözümlenmeye ve apaçık konuşulmaya ihtiyaç duyulan bir durum oluştu. İncelenmesi gereken ana sorular ise “’Mesele anlaşılmış mıydı, ‘Mesaj’ alınmış mıydı, alınabilir miydi? yoksa AKP mesajı görmezden gelmeyi ve oy kaybetmemek adına bu mesajın derinliği ve gerçekliği hakkında konuşmaktan kaçınma stratejisini mi tercih ediyordu?” üzerine yoğunlaştı.

7 Haziran 2013 günü Başbakan’ın konuşmasını aynı ifadelerle manşetlere taşıyan 7 Gazete’nin  Gezi’den yükselen demokratik talepleri ne kadar yansıttığı ve canlarını feda ettiği ise iktidar,sansür ve otosansür bağlamında ayrı bir inceleme konusu

7 Haziran 2013 günü Başbakan’ın konuşmasını aynı ifadelerle manşetlere taşıyan 7 gazetenin
Gezi’den yükselen demokratik talepleri ne kadar yansıttığı ve canlarını feda ettiği ise iktidar,sansür ve otosansür bağlamında ayrı bir inceleme konusu

 ANALİZ NEYİ İÇERİYOR?
1)  Tümdengelimle bakıldığında sondan başa AKP’nin irrasyonel düşünce sistematiğine yönelik fikirler.
2)  AKP iktidarının çoğunlukçu sisteminde, demokratik talepler ve hukuki haklar “%50” öne sürülerek engelleniyor ve inkar ediliyorsa, bir kişi ve azınlık olarak yola koyulan Hz. Muhammed’in verdiği mesajlar, AKP’nin %50 argümanı nedeniyle mesajın doğruluğunu geçersiz kılardı.
3)   Türkiye Gezi Parkı öncesine baktığımızda nitelik açısından nasıl bir toplum mesajı veriyordu?
a- Okumuyoruz, araştırmıyoruz…
b- Okuduğumuzu anlamada, dört işlemde ve analitik düşünmede toplum olarak sorunumuz var
c -Medyada Sansür,İfade Özgürlükleri Kısıtlandığından Toplum Sağlıklı Bilgi Alamıyor ve AKP döneminde daha da kötüye gidiyor
4)  Gezi Sürecinde Kimler Aktif Rol Oynadı ve Kimler Ne Mesaj Verdi?(Mesaj Veren-Mesaj İlişki Matrisi)
5)  Sosyal Medya’dan Gezi Parkı Mesajları Analizleri AKP Propagandalarının aksini gösteriyor
a- YNK Labs analizleri
b- Somento analizleri
c- Bumerang Blogger’larının Çevre Duyarlılığı
6)  Gezi öncesi ve sonrası en meşru demokratik talep olan muhalefet partilerinin mesajlarını AKP reddetti
7)  Gezi Parkı süresince bilimsel referanslara dayanmayan propagandayı tercih eden AKP, “orantısız zeka” karşısında entelektüel bir çöküş yaşadı
8)  Gezi Parkı’nın Bilançosu araştırmalarında AK Parti mal zararından ve Lira Kaybı’ndan, STK’lar ise cana gelen zarardan yana mesaj verdi
9)  Google arama trendlerine nasıl yansıdı?
10) Medya Ne kadar ve nasıl gördü?
11)  İnternet Medyasında Gezi Parkı etkisi nasıl oldu?
a- Sosyal Medya’da en çok Hürriyet yazarları Ahmet Hakan, Yılmaz Özdil, Ayşe Arman paylaşıldı.
b- En çok hangi sitelere girildi, sosyal medyada ne kadar trafik artışı yaşandı?
12)    Araştırma Şirketleri Doğru örneklemler tercihi ve kişi sayısıyla Gezi Parkı’nda yükselen mesajın AKP’ye iletilmesi için doğru soruları sordu mu?(Karşılaştırmalı Analiz)
13)  Sonuçlar
14)  Gezi Eylemlerinde Mesaj Verenlerin Listesi
15)  Kaynaklar

Continue reading »

Ara 242012
 

Kaybolan Meslekler ve Son Ustalar - M. Ali Diyarbakırlıoğlu

yok yok
bir başkaydı onun sanatı
bi başka çekerdi sırmasını
bi başka sürerdi civasını

dükkanı da bi başkaydı onun
girişte yığın yığın hasırdan oturaklar
en arkalara kaçmış bizim tombaklar
yani öyle her müşteri
giremezdi içeri kolay kolay
haliyle pek bilinmezdi ince işleri
kıyamazdı da tabi
yani anlayacağınız
sadece gözüne girmeyenlere
vermemezlik ederdi Tombak Dede
kısacası siz deyin ona
evlere şenlik
biz diyelim
idare ettik gittik
amma
ne tepsileri
ne ibrikleri saklardı orada bi bilseniz
inanın
görür görmez
bir yerleriniz şişerdi hemen
Tombak Dede’nin de nazı
oraya kadardı zaten
fena da olmazdı hani
çarşı pazar
dolaşmazdınız fellik fellik
alıp koydunuz mu evinize
olurdu size işte bi güzel evladiyelik
sahi
ne güzel atardı kahkahalarını
ne güzel süslerdi onlarla tombaklarını
yanakları da bi değişikti sanki
al al
tombik tombik…

sizin de içinizden
geçer mi bazen
yani nasıl desem
hani birisine giderken
düşünür müsünüz
onu orada göremeden
ya geri dönersem?
neden sordum
çünkü
insanın içine doğuyormuş hakkaten
geçen hafta kaldırmışlar naaşını
yetmişe de dayanmıştı gerçi yaşı
kimine göre bu tombaklarla
fazla bile yaşamıştı
ne olursa olsun
Tombak Dedemdi o benim
çok çayını içtim
çok tembihini de küpe bildim

hani kalkmadan önce
biraz daha gül diye
dalga geçerdim ya:
‘sende yok tabi yenge
bırakmıyorsun bir türlü be Tombak Dede
acelem var
bekler bizimkisi
hadi
artık bana müsaade ‘
derdim demesine ama
ama senin şu acelen de
yine bir başka oldu be Tombak Dede
alacağın olsun
nur içinde yat emi…”

/ Reha Başoğul -“Tombak Dede şiiri

Charles Darwin, insanoğlunun alet kullanımında ve alet yapma becerisinde, kesici dişlerinin küçülmesine sebebiyet verdiğini öne sürmüştü. Daha sonraları da tartışılan bu iddiaya karşılık, bazı hayvanların alet kullanımında böyle bir yönelimin görülmediği gözlemlendi ancak alet yapımının insan zekasıyla ilişkilendirilebileceğine dair bir çok makale de yazıldı. İnsanın tarih öncesi çağlardan beri kendi ivedi ihtiyaçları haricinde örneğin inanç ve keyif ayinlerinde müzik aletlerini de yaptığını bilmekteyiz.

Halihazırda olan teknolojiler, el becerilerimizin gitgide yok olduğuna yönelik önermeler içermekte ve insanın alet kullanımında ve de üretiminde makineleşmenin ve modern toplumun üretimden çok tüketimi benimsemesi sebebiyle, el sanatlarına ilişkin becerilerinin azaldığı yönünde savlar ortaya atılmaktadır. Bu, bir başka açıdan insan zekasının da farklı yönde geliştiğinin mi yoksa zekanın işlevini yitirdiği bir dönemin mi habercisi olduğu gelecekbilimcilerce de tartışılan bir soru.

Küçükken kendime ait fırıldak, topaç ve kızak yapan biri olarak, bilgisayar teknolojilerinin ve dijital kültürün getirileriyle beraber el becerilerim ve ilgim dahilinde ciddi bir oranda bu üretim becerimi kaybettiğimi görmekteyim. İlgi duyulursa tekrar kazanabilecek bu becerilerin yerine örneğin mekanik saat, çamaşır makinesi, pantolon veya ceket yaması, araba motoru,elektronik devre ve aksamı tamiri veya üretimi, bir yandan mucitliğe açık bir yandan da bir yandan ilgi alanlarınız yönünde geliştirebileceğiniz yeni alanlar…

Bu anlamda bazı alanlar var ki kimileri çok eski tarihlerden bu yana olmak üzere, mesleğe dönüşmüş ve insanın ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına yönelik süreklilik arz eden üretim ve tamir ihtiyaçlarına karşılık vermiş, kentlerin karakteristiğinde rol oynamış, dinsel tarihin içindeki ruhani mesajların günlük hayat ile dengesini vurgulamış, geçim kaynağı olarak sosyolojik ilişkilerde kuramsal öneme sahip olmuştur.

Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu

1946 doğumlu yazar M. Ali Diyarbakırlıoğlu da İstanbul Ticaret Odası’ndan çıkan 296 sayfalık kitabında, Türkiye’deki kaybolan mesleklere ve onun son ustalarına fotoğrafçı, ressam ve yazar kimliğiyle  gözünü çeviren ve bu temayla oluşturacağı kitabını 1990’lardan beri türlü engellere ve ekonomik zorluklara rağmen tasarlayan, düşünen, tutkuyla sahiplenen ve neticesinde başaran biri.  Aynı zamanda ödüllü spor fotoğrafları olan ve biçimci ressam olarak değerlendirilen ve yaptığı ve ışığın tek kaynaktan yayıldığı resimlerde Rembrandt ve Velasquez’in etkisi olduğunu söyleyen Diyarbakırlıoğlu’nun kaybolan mesleklere olan ilgisi, küçüklüğüne kadar gidiyor. Ders saatleri dışında çalışma zorunluluğu, onu bakır işlemeciliği, dokumacık, masuracılık, dökümcülük ve baba mesleği olan semercilik yaptığı bir geçmişe sahip olmasını ve bu mesleki becerileri kazanmasını sağlamış. Bu nedenle de ‘bazı kitaplar kaderi, kader de bazı kitapları doğurur’ sözü Diyarbakırlıoğlu için geçerli diyebiliriz.

Continue reading »

Eyl 182012
 

Womb - Rahim - Poster - Afiş - Sinema - Eleştiri - Analiz

” Aşkın gerçekliği yoktur.
Zamanı vardır.
Her aşk kendi zamanı içinde gerçektir.
Yaşamda hiçbir şeyin olmadığı kadar gerçek.
Su balığın hem varoluşu hem zamanıdır.
Suyun zamanı gibi aşkın da zamanı vardır.
Kendi zamanı.
Sudan çıktıktan sonraki zamanda, sudaki zamanı bilemezsiniz.
Nerden bileceksiniz?”

/ Murathan Mungan 

1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya gelen Louise Brown, 2008 yılında anne olmuş ve eşi tarafından annelik yetisi konusunda övgü almıştı. Bu süreçte ise erkeğin spermiyle. kadının yumurtasını rahimde değil de dış ortamda döllenip, sonra tekrar annenin rahmine yerleştiren tüp bebek yöntemi büyük tartışmalara sahne olmuştu. 1952’den başlayan klonlama tarihi boyunca kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi bir çok hayvan klonlanmış ve gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Bugüne baktığımızda ise Louise Brown’un açtığı tüp bebek yöntemiyle bir çok çift bebek sahibi oluyor ve toplum içerisinde o zamana göre kıyaslandığında bu bebek, çocuklukları dahilinde “normal” olarak karşılanıyor, tüp bebek hastaneleri yapılıyor, tüp bebek için devlet teşvikleri veriliyor. Kısacası tüp bebek yöntemi toplum tarafından kanıksanan ve hatta özendirilecek bir konum kazandı.

Tüp Bebek, Klonlama, Kök Hücre tedavisi gibi biyoteknolojide yaşanan bu gelişmeler ile ilgili bir çok film yapılsa da, işin “birey” olgusuna yönelik iki film bu alanda dikkat çekti: Michael Bey’in yönettiği 2005 yapımı The Island(Ada) ve Mark Romanek’in yönettiği 2010 yapımı Never Let Me Go(Beni Asla Bırakma) “doğal olmayan” yollardan klonlama yapılarak, toplumda “doğal olan” yollardan dünyaya gelen insanlara bir nevi yedek organ işlevi gören klon insan algısının klon insanlara yaşattığı dramı, toplumdaki statüsü sinemaya derin diyaloglarla yansıtarak bizlere sorgulatmıştı.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf ise,yazıp yönettiği Womb(Rahim) filmi ile halen tartışılan hatta “ilk insan klon bebeği doğurduk” iddialarının ciddiyetle yaşandığı çağımızda olayın bambaşka ama bir o kadar da özlük boyutuna iniyor ki “klonlama” tartışmalarında, biyoetiğin sosyal boyutunda klonlama ilgili gelen eleştirilerin tam da anlatmak istediği,  bir anlamda uç ama bir o kadar da olağan bir aşk hikayesine odaklanıyor ve izleyicisine soruyor “Bir adamı onu tekrar doğuracak kadar sevebilir misiniz?”

ARTIK AŞK İÇİN AŞKI DOĞURMALI AŞK O ZAMAN MI AŞK?

“Ancak ölümsüzlüğe çare bulunduğunda, aşkın ölümlü olduğunu kabullenecektir insanlar.”

/ Murathan Mungan Continue reading »

Mar 172011
 

Mevlana - Dede Efendi - Kâr-ı Nâtık ve Anlattıkları - Konser Notları

“gözümde dâim hayâl-i câna Gözümde hep sevgilimin hayali
Gönünde her dem cemâl-i cânâ Gönülde her zaman yârin güzelliği
Ey peri-rü dilber-i ra^na civân zanenin Ey peri yüzlü gönüller güzeli nazlı sevgili
Gam benim şâdi senin hicrân benim Dert benim sevinç senin ayrılık acısı benim
Devr’an senin yâr benim Zamane ve dünya senin bir tek yar benim
Ey şâh-ı cihân ey dilde nihân Ey dünyanın şahı ey gönüldeki sır
Senin gibi güzel efendim var benim Senin gibi güzel efendim var benim
Gül yüzlü mâhım rahmeyle şâhım Gül yüzlü sevgilim merhamet et şahım
Çeşm-i siyâhım âlemde birsin Kara gözlüm dünyada teksin

Düşdü o dem hâtıra bir beste Rehâvi Gönle o vakit bir Rehâvi beste düştü
Şû’le gerek nağme-i Nikriz’e giderken Nikriz’in nağmesine giderken alev gerekiyor.”

/ Hammâmîzade İsmâîl Dede Efendi – Rast Kâr-ı Nâtık” tan

CRR Türk Sanat Müziği Topluluğu tarafından, Mevlevi ayinlerinden, ilahi ve köçekçelere kadar bir çok formda bestesi bulunan Mevlevi dedesi Hammâmîzade İsmâîl Dede Efendi (1778-1846)’nin Türk musikisinin en zor ve en büyük beste formlarından olan ve Farsça’da “kendi kendini anlatan/konuşan eser” anlamına gelen ““Kâr-Nâtık” formunda bestelediği “Rast Kâr-ı Nâtık” üzerinden kendine has deneysel izdüşümüyle yorumu 15 Mart akşamı Cemal Reşit Rey Konser salonunda aralık vermeden konser izleyicilerine mana dolu anlar yaşattı.

Türk Musikisinde ustalık eşiği olarak görülen Kâr-ı Nâtıklar, güftelerin her mısrasında veya beytinde bir makamın adının geçmesi ve şiirin o kısmının da adı geçen makamdan bestelenmesi gerekmektedir. Besteyi zor kılan unsur ise kısa aralıklarla birbirini takiben gelen bu makamları birbirlerine en estetik, ustalıklı ve musiki kurallarına uygun şekilde bağlamakta gizlidir. Çünkü bu makamlar, her daim yakın veya komşu ses dizilerinden oluşmadığından, bestekârın, aralıkları itibariyle farklı seslere sahip olan bu makamları birbirine bağlamasıyla ustalığını göstermesi gerekmektedir.

Şu ana kadar 15’den 119’a kadar değişen sayılarda makam(bazen hem makam hem usul) tarifine yer veren ve başladıkları makamlarla isimlendirilme özelliğine sahip kâr-ı nâtıklar bestelenmiştir. Bir tasavvuf yolcusu olan, Mevlana’nın Mesnevi’si gibi bir eserin tercümesini ve şerhini yapan, diğer yandan yine Mevlana’nın eseri olan Fi-Ma-Fih’nin çevirisi gibi çalışmalara imza atan Ahmet Avni Konuk’un günümüzde kullanılmayan makamları da içeren ve sırasıyla Devr-i Revân, Düyek, Müsemmen, Ağır Aksak, Yürük Semâî, Ağır Evfer, Aksak Semâî ve Yürük Semâî usûlleri ile bestelenen , 119 makam ve 120 makam geçkisinden oluşan ve tek kâr-ı nâtık’ı olan Rast Kâr-ı Nâtık’ı zenginliği açısından çarpıcı bir örnektir. Bunun dışında hakkında çok fazla bilgi olmayan ve 1680-1700 yılları arasında öldüğü tahmin edilen Hatipzâde Osman Efendi’nin 15 makam ve 16 usûlden oluşan eseri ise , mevcut kâr-ı nâtık formunu farklı ve yeni bir şekli olma özelliğini taşıyor. Zira farklı adledilmesinin sebebi, eserin güftesinde makam adlarının yanı sıra usûl adlarının geçmesi olarak gösterilmesinden mütevellit, şiirin her bir kısmı, adı geçen makamdan bestelenirken, zikredilen usûl de devreye girerek, usûller de değişmektedir. Bu açıdan, musiki otoritelerinin gözünde sadece makamı öğretmekle kalmayan, aynı zamanda usûl de öğreten bu özelliğiyle diğer kâr-ı nâtıklardan ayrılmıştır.

CRR Türk Sanat Müziği Topluluğu’nun  konser sırasında omurga kabul ettiği eser ise Hammâmîzade İsmâîl Dede Efendi’nin içinde 24 makam ve 25 makam geçkisini barındıran tasavvufu, aşkı, vecdi, tarikatı(yolu) mana olarak ifade eden Rast Kâr-ı Nâtık eseridir. Topluluk mevcut eseri birebir icra etmek yerine, izlerinden yeni bir mana arayışına yine Dede Efendi’nin kainatından eserler seçerek yelken açıyor. Konseri şöyle tarifliyor topluluk:

Continue reading »

Şub 282011
 

Güzelliğin Tarihi - Umberto Eco  - Kitap - Doğan Kitap

“Güzelliğin bu tanımı, herhangi bir çıkardan başka bir haz nesnesi olarak ifade edilen,
bundan önceki tanımından türetilebilir. Çünkü haz duygumuzun herhangi bir çıkardan
bağımsız olduğu bilinci ancak bu şekilde değerlendirilebilir. Herkesin haz duyması için
gerekçeler içermelidir. Çünkü, haz kişinin heveslerine(ya da önceden tasarlanmış diğer
bir ilgiye) dayanmadığından ve yargılayan kişi nesnenin değerinin artması açısından
kendisini tamamen özgür hissettiğinden, hazzını kişisel koşullara dayalı olarak açıklayamaz.”

/ Immannuel Kant – Güzelliğin Yansız Hazzı, 1790

Medyanın çeşitlenmesi ve kitlelere nüfus etme gücünün artması ile yapılan paylaşımlar sonucu, 21. yüzyılı yaşadığımız  noktada,  insanın kendince ve kendine başvurmadan oluşan “güzellik” anlayışı bir çok farklı şekilde ele alınmış, kimi zaman elitizm içinde bir Pirelli takvimindeki çıplak kadın “güzel” olarak ön plana çıkarılıp, gerçeküstü olarak düşünsel hadım edilmeye yüz tutan bir fikriyatın temsilcisi olurken, kimi zaman dini bir motif kazanarak mucizevi bir İsa’nın göğe yükselişi yarattığı heyecan ve varoluşsal lezzet kıyasında üst düzey bir erekle “güzel” olarak anılmış, kimi zaman ay ışığının yarattığı yakamozda bir çiftin elele tutuşması anı simgesel olarak “güzel” olarak adledilirken, bunun matematiksel formu bile veya şiiri bile güzellik çarklarından biri olduğu gibi, kimi zaman ise bir yılanın açlık bahanesiyle bir fareyi yuttuğu an doğa içinde belki de her an olmasına rağmen sıradışı bulunarak hayranlık uyandırdığı “güzel” olarak anlatılagelmiş ve çeşitli sanat dallarıyla diğer insanlara sunulmuştur.

Kuşkusuz bu örneklerin çok daha arttırılarak ele alınabilecek güzellik olgusunun, bu kadar farklı koridorlarda uzun süre gezilebilecek derecede sonsuz denecek cinsten bir çeşitlilik sunması, güzelliği, niye güzel bulduğumuzu, hangi tutkuların, arzuların, inançların, ilişkilerin ve trendlerin onu böyle kıldığını algılamamız ve anlamamız açısından tarih boyunca yaşanan olayları, ilişkileri ve doğa enstanenelerin içinde değerlendirilmesi gereken bir bilgi arkeolojisine ihtiyaç duymaktayız.

Sanat Tarihinde nadir bilgi arkeolojisine kapsamlı bakan kitaplar vardır ki Gülün Adı, Foucault Sarkacı, Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi romanları dışında Umberto Eco, “Güzelliğin Tarihi” ve “Çirkinliğin Tarihi” kitaplarıyla bu bazen içiçe geçmiş panaromayı çözümleyecek ve estetik tarihini ve izafi görüşleri de katarak anlattığı kitaplarıyla, uzmanı olduğu göstergebilim kuramlarını da dahil ederek, bu yüzyıl için ışık tutacak ender kitaplardan birini oluşturmayı başarmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen, kitapta dikkatinizi çekecek en büyük eksiklik; Ortadoğu, İslam ve Doğu sanatlarının bu kurguda yerini almaması ve Eco’nun Batı kültürü içerisinde bu çerçeveyi sınırlandırması olacaktır.

Türkçesi Doğan Kitap’tan usta çevirmen Ali Cevat Akkoyunlu çevirisiyle çıkan “Güzelliğin Tarihi” , Umberto Eco tarafından 17 bölümden oluşan 90 başlıkta ele alınmakla beraber, kurgusundaki özeniyle de takdir edilecek bir yana sahip. Continue reading »

Eki 032010
 
Scorpions İstanbul Konseri - Maçka Küçükçiftlik Park“Milyon Yılda Bir An
Işıklar yavaşça sönüyor
Hiç kimse yok,sadece siz ve ben
Hiçbir şey değişmemiş
Kalabalığın içinde yüzlerinizi görüyorum
Sanki hayatım boyunca
Her birinizi tanıyorum
Keşke bu gece sonsuza kadar sürse
Fakat gitme vakti
Güldüğünüzü görüyorum ve ağladığınızı
Hepimiz birimiz ve birimiz hepimiz için
Hiçbir şey değişmemiş
Şarkı söylemeniz daha yeni aklımdan geçti
Tepeden tırnağa ürpertti beni
Ne ihtişamlı bir gece
Bana kalsa sonsuza kadar sürebilirdi
Fakat gitme vakti
Milyon yılda sadece bir anım mı sizin?
Rüyaların gerçekleşmesi için
Milyon yılda bir an
Ben ölene kadar
Unutmayacağım bir an
Hayat denilen
Milyon yılda bir an
Otobüs dışarıda bekliyor
Tekrar yollara düşmek için
Hepinizi arkamda bırakıyorum
Bu gece başka bir rüyanın peşinden gideceğim
Ve siz evde olana kadar
Ben uzaklarda olacağım
Hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor
Gitme zamanı
Bir milyon yılda sadece bir anım mı sizin?
Rüyaların gerçekleşmesi için
Milyon yılda bir an
Ben ölene kadar
Unutmayacağım bir an
Hayat denilen
Milyon yılda bir an”

/Scorpions -A Moment In A Million Years-

40 yıllık kariyerlerinin son noktasında “Mammoth” adlı  turnesiyle veda etmeye karar veren ve daha önce 1993’te İnönü Stadı’nda, 2008’de de Parkorman’da konser veren efsanevi Alman hard rock grubu Scorpions’un 2 Ekim’de gerçekleşen İstanbul Konseri, ses verdiği süreçteki kuşağın ikilemlerini , yoksunluklarını, acılarını ve neşelerini yaşamış kişiler için bir çok içsel zaferin ruhunu da tekrar hatırlattı.

Under the Same Sun, Humanity , Wind of Change , Alien Nation, Bad for Good, White Dove , Ryhtm of Love gibi şarkılarıyla Dünya Barışı ve sorunlarıyla ilgili söylemlerinden mütevellit “Soğuk Savaş” döneminde Rusya’da konser veren nadir Batılı gruplardan biri olma özelliğini de bu sayede elde etmişti.

Continue reading »

Tem 122010
 

Devr-i İstanbul  - Darülbedayi - Harbiye Muhsin Ertuğrul - 3 Temmuz 2010 - Tiyatro

“Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır

Bir gevher-i-yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır

Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
Elhak bu ne hâlet bu ne hoş âb u hevâdır

İnsâf[ı] değildir anı dünyâya değişmek
Gülzâr[ı]ların cennete teşbîh[i] hatâdır

İstanbul’un evsâfını mümkün mü beyân hiç

Maksûd[ı] hemân sadr-ı kerem-kâra senâdır

Ez-cümle Nedîmâ kulun ey Âsaf-ı devrân

Müstağrak-ı lütf u kerem ü cûd u atâdır”

/Şair Nedim

2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projesi kapsamında, 3 Temmuz 2010 İstanbul Şehir Tiyatroları’nca Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde ücretsiz sergilenen, Can Doğan’ın tasarlayıp ve yönettiği Devr-i İstanbul, bir yandan İstanbul tarihini paleotik çağdan günümüze ele alırken, diğer yandan da bu tarih sürecinde ve bu topraklar üzerinde yaşamış olan nice insanın giymiş olduğu kıyafetlerinin müzikal bir gösteri eşliğinde nasıl evrim geçirdiğini de anlatıyor.

Devr-i İstanbul  - Darülbedayi - Harbiye Muhsin Ertuğrul - 3 Temmuz 2010 - Tiyatro

Devr-i İstanbul  - Darülbedayi - Harbiye Muhsin Ertuğrul - 3 Temmuz 2010 - Tiyatro

Devr-i İstanbul  - Darülbedayi - Harbiye Muhsin Ertuğrul - 3 Temmuz 2010 - Tiyatro

Dramaturgluğunu Özge Ökten’in, sahne tasarımını Mehmet Emin Kaplan’ın, kostüm tasarımını Eylül Gürcan’ın, müzik direktörlüğünü Murat Bavli’nin, koreografisini Senem Oluz’un ışık tasarımını Fatih Mehmet Haroğlu’nun, yaptığı oyunda; Aslı Narcı, Berk Samur, Berna Adıgüzel, Caner Bilginer, Cem Uras, Ceysu Aygen, Cihan Kurtaran, Doğan Şirin, Göksel Arslan, Hanife Ser, İrem Aydın, Melisa Demirhan, Murat Bavli, Murat Üzen, Nurdan Kalınağa, Pelin Budak, Pınar Aygün, Tankut Yıldız, Tolga Coşkun, Tuğrul Arsever, U. Arda Aydın, Ümit Daşdöğen, Volkan Ayhan, Y. Arda Alpkıray rol alıyor.


Continue reading »

Haz 132010
 

Gunther von Hagens - Orijinal Vücut Dünyası-Yaşam Döngüsü - Body Worlds sergisi

“Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur.”

/Mevlana

60’dan fazla ülkede 30 milyondan fazla ziyaretçiye ve 11 bin 500 beden bağışçısına ulaşan Alman bilimadamı ve anatomist Dr. Gunther Von Hagens’in sıradışı sergisi 11 Haziran- 17 Aralık 2010 tarihleri arasında İstanbul Modern/Antrepo 3’de ziyaretçilere açıldı. Serginin ilk defa Müslüman bir ülke olarak anılan Türkiye’de de açılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın organ bağışı konusundaki negatif fetvası nedeniyle de izleyenlerin bazılarını biyoetik dışında inançsal sistemleri açısından da itki duymasına sebep olabilir.

Gunther von Hagens - Orijinal Vücut Dünyası-Yaşam Döngüsü - Body Worlds sergisi

Dr. Angelina Whalley’in kavramsal planlayıcısı ve tasarımcısı olduğu sergide, Gunther von Gagens’in mucidi olduğu ve 1977’de patentini aldığı Plastinasyon (estetik anatominin sunumunu olanaklı kılan anatomik örnek koruma yöntemi) tekniği sayesinde 200’den fazla insan örneğinin döllenme sürecinden cenine, bebeklikten çocukluğa, ergenlikten gençliğe, yetişkinlikten yaşlılığa kadar olan tüm yaşam evresini anlatıyor.

Sergiye girmeden önce yetkililerin uyarmasıyla 5 TL karşılığında size mevcut vitrinlerdeki anatomik nesneler hakkında sesli bilgi sahibi olmanız açısından bir araç teklif ediliyor, almanızı tavsiye ederim, faydalı oldu.

Sergiye girişte büyük ekranlarda bir çok insan yüzünün değişimini izleyerek başlıyorsunuz. Akabinde döllenme evresinden başlayarak ceninler karşınıza çıkıyor. Bir yandan hafta hafta ceninin gelişimini farklı plastinatlarda görürken diğer yandan camekan vitrinlerde açıklayıcı yazılardan faydalanıyorsunuz.

Gunther von Hagens - Orijinal Vücut Dünyası-Yaşam Döngüsü - Body Worlds sergisi

Erkek ve kadın kafatası, beyni, cinsel organları, sigara içen ve içmeyen akciğerleri, plasentası, aortları, derisi, kalça ve uyluk kemikleri, omuz ve dirsek eklemleri, diyaframı ayrı ayrı parçalar halinde serginin çeşitli lokasyon noktalarında görebiliyorsunuz ve eğer ses aygıtınız varsa bunlar hakkında kulaklığınızla aygıta girdiğiniz numaraları tuşlayarak ilgili figüre dair biyolojik bilgileri dinleyebiliyorsunuz.

Continue reading »

Nis 212010
 

Musahipzade Celal Bey - İstanbul Efendisi - Tiyatro

İstanbul Şehir Tiyatroları’nda geçmişten gelen bir tiyatro yazarımızın, katip ve Osmanlı içtimai yapısı ve adetleri konusunda incelemesi olan , Musahipzade Celal’in(1868-1959) 1913’de yazdığı oyunu İstanbul Efendisi, günümüz tiyatrosunda seyircinin beklentilerini ve arayışını fazlasıyla karşılık veren ve -tarihi bir tesadüf sonucu- yenilenen Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde izlemenin de ayrı bir keyif verdiği ve Engin Alkan’ın zeka dolu yönetmenliğiyle ilerleyen bir oyun.

Osmanlı döneminde İstanbul Efendisi olan Salveti Efendi’nin kızını evlendirme öyküsünü mizahi bir dilde anlatan oyun, kalabalık kadrosunun tam bir ekip başarısı göstermesinin dışında, Türk/Ermeni ve Rum şarkılardan oluşan müzikalite, dans, kostüm,makyaj ve dekor açısından da doyurucu olduğunu söylemekte fayda var.

Musahipzade Celal Bey - İStanbul Efendisi- Engin Alkan

Oyuna ilişkin detayları anlatmadan önce, 1932 yılında Darülbedayi dergisinde Mehmet Şükrü tarafından kaleme alınan  “Celal Bey’le Konuştuklarım” başlıklı yazısında Musahipzede Celal Efendi’nin oyun anlayışını ve tiyatroya bakışını kendi ağzından dinlemekte fayda var: Continue reading »

Nis 042010
 

Dünyanın Ortasında Bir Yer - Özen Yula - Nurullah Tunce

“Söylenceyi erkek kurar da, acıyı kadının payına düşürürse, bu mudur erkekliğin yasası?”

/ Dünyanın Ortasında Bir Yer’den

Daha önce Devlet Tiyatroları tarafından oynanan, 24 Mart’tan itibaren Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanmaya başlayan “Dünyanın Ortasında Bir Yer”, kadrosu, ödüllü yazar Özen Yula’nın kaleminden çıkan senaryosu, Gjerg Prevazi’nin koreografisi, Duygu Türkekul’un kostümleri, Can Atilla’nın müziği, oyunun hem yönetmenliğini hem de sahne ve ışık tasarımını yapan uluslararası ödüllere sahip Nurullah Tuncer’in dekoru ve oyunculuğuyla şiirsel ve ışık saçan, Türkçe dışında Rusça, Arapça, Azerice, Boşnakça , Arnavutça ve İngilizce dilleriyle oynanmasıyla farklı bir tragedya deneyimi sunuyor izleyenlerine.

Oyun, çoklu kültürler konusunda, Hans Zimmer’in komposizyonlarından hiç de aşağı kalmayan müzisyen Can Atilla’nın “Mevlana’dan Çağrı” albümünün açılış parçası olan ” Belh” müziğinin temposu eşliğinde, Irgat Kadınlar Korosu’yla şöyle başlıyor:

“Bu dağlar kimin? Emre Bey’in.. Bu bağlar kimin? Emre Bey’in.. Bin yıllık taşlar, düz ovalar kimin? Emre bey’in… Bizim sahibimiz kim? Emre Bey.. Emre Bey’in gönlü kimindir? Ahten’in. Ahten kimdir? Yüzü gülmez hanımıdır Ateş Çiftliği’nin. Derler ki Emre Bey’e bir cana malolmuştur bu yüzü gülmez yüzlü güzel. Derler ki adı Ahten yazar bu yüzüklerde, doğup büyüdüğü yer gibi. Ve yine derler ki iş tutanının söylencesidir hüzün…

İşte böyle başlar ateş söylenceleri…”
Mar 212010
 

Binali ile Temir- Murathan Mungan

“…
ayna, mithos ve öteki
özgeçmişin vazgeçilmez elementleri
Ayna.Anayurdu ayna hepimizin.İçinden çıkıp kavuştuk dile
ve eyleme geçtik, ve kendimizi sınadık
ağır taşlar koyduk kişiliğimizin köşelerine
yani kendi kanunlarımızı varlığımızın yerçekimine
bilmeden ve böylelikle bütün yolcuları yasakladık kendimize
kırılmıştı sözcükler, parçalanmıştı ayna
anladık imgemizin yalnızca bir kovuk olduğunu
ve bunu öğrenmenin göçünde
dağıldık kuzey yıldızlarına

..
/ Murathan Mungan- ‘Öteki mithosu’ şiirinden

1986’da Murathan Mungan’ın yayımladığı “Cenk Hikayeleri” adlı kitabındaki aynı adlı öyküsünden uyarlanan “Binali ile Temir”‘ tiyatro oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmeye devam ediyor.  Bir mağarada hayatta kimseyi tanımamış bir şekilde çobanlık yaparak yaşayan Temir ile yaralı olarak bulup onu iyileştirmeye çalıştığı eşkiya Binali’nin hikayesinde, bir de hikaye anlatıcı bulunuyor.

Tiyatronun içinde seyircinin arasında zaman zaman dolaşan, kıyafetleri atmosfere  uygun bir şekilde kötü kokan,  ışığın ve sahne dekorunun mistik bir şekilde kurgulandığı oyunda, hikaye anlatıcı olarak sesini kullanma ve çatışma duygularını vurgulama biçimindeki ustalığı ile Haldun Ergüvenç’in, genç çoban rolünde Gün Koper‘in ve Binali rolünde Ahmet Özaslan‘ın üstün performansı gerçekten izlemeye değer.

Binali ile Temir - Murathan Mungan

Murathan Mungan‘ın alışageldiğimiz, töre sorunları ve toplumsal rollerin dayatması üzerine ideolojik düşüncesi,  “Cenk Hikayeleri”ndeki diğer öykülerde olduğu gibi, arketiplere karşı yoğun ilgisi “Binali ile Temir” öyküsünün de odağında mevcut ve psikodinamik sembolizmaları da yoğun bir şekilde barındırıyor.

Bir mağaranın içinde 15 yaşında bir ergen olarak yaşayan çoban Temir , şimdiye kadar kimse ile konuşmamasının, yaşamamasının ve terkedilmiş bir “ben” e sahip oluşunun etkisinde bir bıçkınlığa sahipken, eşkiya Binali ise, çevre dağlara nam salmış, iktidarın zirvesinde , herkesin korktuğu bir figür olarak tasvir edilir.

Mungan’ın töreler ve kültürler içinden kaçırmadan masalsı bir üslupla getirdiği “erkeklik eleştirisi” ,ideolojik olarak bu öyküde de iki karakterin, birbirinin dünyasından ilk başta habersiz olarak evrimleşmesi ve sonrasında ta ki korkusuz ve yenilmeyi ölüm olarak gören eşkiya Binali’nin yaralı ve baygın bir şekilde Temir tarafından ormanda bulunmasının sonucunda oluşturularak, muhtaç Binali ve hakkında bir rol model olarak da özdeşleyim yaşayan Temir’in iktidarı elde etmeye susamışlığı arasında bir rol değişimine sahne olur. Continue reading »