Çoğu toplum, ‘norm’ olarak heteroseksüelliği teşvik ederken, Cornell Üniversitesi’nde önde gelen bir araştırmacı, çoğumuzun her iki cinsiyet tarafından da “uyarıldığını” tespit etti. Yayımlanan makale, cinselliğin katı tanımlarını sorgularken, kategorize etmek yerine onu bir spektrum olarak görmemiz gerektiğini öne sürüyor. Continue reading »
ABD’de dahil olmak üzere 7 ülkeden 2 binden fazla kişinin katıldığı yeni bir araştırmaya göre, kendilerini muhafazakar olarak tanımlayanların neden “özür dileyemedikleri” ortaya çıktı.
Dailymail’de yer alan habere göre araştırmacılar, hangi koşullarda özür dilemek istediklerini öğrenmek için Avustralya, Hong Kong, Şili, Peru, Rusya, Hindistan ve ABD olmak üzere yedi farklı ülkeden 2.130 kişi üzerinden bir araştırma gerçekleştirdi. Queensland Üniversitesi araştırmasında araştırmacılar, muhafazakarların özür dilemeye meyilli olmamalarının yanısıra, aynı zamanda kolayca affetmediklerini de belirtiyorlar.
Bazen arkadaşları tarafından bir davete katılması icap edenlerin bahaneleri genelde benzer çizgide olur. “Pokemon Go oynamayı tercih ederim”, “Kitap okumayı tercih ederim” gibi..Bu durumun neden kaynaklandığını açıklığa kavuşturacak bilim insanlarının son çalışması “Mutluluğun Savanna Teorisi” olarak adlandırılıyor.
Singapore Management University ve London School of Economics psikologlarının NCBI’da yayımladıkları çalışmaya göre, zeki insanlar hariç, arkadaşlarıyla daha çok vakit geçirenlerin daha çok mutlu olduklarına dair bulguları yayımlamıştı.
Business Insider’da yer alan habere göre, araştırmacılar bu sonuçlara iki araştırmayla vardı. Hem 2001 hem de 2002 yılları içinde, verileri National Longitudinal Study of Adolescent Health tarafından sağlanan araştırmalarda yaşları 18-28 arasında olan 15 binden fazla kişiyle röportaj yapıldı. Continue reading »
Polonya’daki SWPS Sosyal Bilimler Üniversitesi ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nden sosyal psikologlar Milgram’ın modern bir versiyonunu uyguladılar ve sonuçların 50 yıl önceki çalışmalara benzer olduğunu buldular. Continue reading »
İkiyüzlülükle ilgili sorun tam olarak nedir? Birisi başkalarının davranışlarını kınadığında, aynı davranışı bizzat kendisinin yaptığı öğrenilirse bunu neden bu kadar sakıncalı bulabiliriz? Yale Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde doçent olan David Rand ve yüksek lisans öğrencileri Jillian Jordan ve Roseaanna Sommers, New York Times’ta bu sorunun yanıtını aradıkları bir makale kaleme aldılar. İşte o makale: Continue reading »
“Hiçbir orgazm yaşamadığımızı kabul etmek istemezsiniz, belki.
Belki de, orgazmların ne olduğunu, aşağı yukarı hangi stilde geldiklerini
ve sizce nasıl elde edilebilir
incelmiş farkındalıkların,
davetkar seslerin ve sessizliğin alemine girmek istiyorsunuzdur.
Gerçekte, orgazmın tarihi,
dünya tarihinden başka bir şey değildir.
Aslında, her yerdedir orgazmlar, her ne kadar
“bir orgazm nedir” sorulduğunda kendi kendimizi
sözcüksüz bulsak da.
Bazıları inanç diye adlandırır orgazmları,diğerleri müzik olarak görür onları
daha başkaları da, kendi kendimizin
en iyi hali der onlara.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansınlar, orgazmlar
büyük keyiftir erkeklerde ve kadınlarda,
iyide ve kötüde, görünür ve görünmezde
gerçek ve gerçek olmayanda
Herkesin başına gelebilir orgazmlar
ve her çeşit insan için, her çeşit orgazmlar vardır.
Örneğin lirik orgazmlar vardır; hayal edilen,
bir kişi için derin duygular dile getiren…
Balad orgazm vardır sözel olarak canlı kalan,
dramatik orgazm vardır ek izahat gerektirmeyen…
Ve epik orgazm vardır, içinde bir aşığın kahraman ya da
fatih rolünü oynadığı, bir uzun-soluksuz orgazm.
Erkekler çok kez orgazmların kısa
ve göze çarpıcı haikusu’ndan memnundurlar…
Din adamları ve kasvetli tipler matemli,
mersiye türünden orgazmlardan bahsederler…
Ünlüler ve teşhirciler gösteri orgazmına meyillidirler
– seyirciönünde sahnelenen bir stil olan.
Modası geçik erkek ve kadınlar, kırsal manzaranın ortasında
ortaya çıkan pastoral orgazmlardan asla yorulmaz.
Ve gündüz ve gecenin herhangi bir anında
kaybolmuş orgazmlar dolaşırlar amaçsızca,
sokaklarda bekleyerek bulunmayı.
Önemli olan orgazmlar yüzünden fazla eziyet çekmemektir.
Sevmek zorunda değilsiniz onları.
Dahası üzücü orgazmlar da olabilir, hatta
kayıptan, kederden, umutsuzluktan dem vuran
blues orgazmları da olabilir
Sadece sabırlı olun.
Oturun kendinizi evinizde hissedin, gevşeyin ve bekleyin…
Bırakın uzun süre kalsınlar derinliklerinizde.
Hissedin telkin edici ritim ve modellerini.
Bilin uygun anlarını: Onların küçük ayakları
üstünüzden tekrar tekrar geçerken
ve yavaş yavaş beyninizi
bedeninizi ve yüreğinizi ele geçirirken.
/Kadın şair Nin Andrews’ın “Orgazmı Tanımlama” şiirinden…
Lars Von Trier, AntiChrist(Deccal), Melancholia(Melankoli) filmlerinin ardından “Depresyon Üçlemesi” olarak da adlandırılan serinin son filmini “Nymphomaniac” ile tamamladı. Türkiye’de “İtiraf I” ve “İtiraf II” isimleriyle yayımlanması beklenen filmin gösterimi sinemalarda yasaklandı, mecliste dahi tartışıldı ve bir çok kültür-sanat-edebiyat eserini sansürlemesi veya yasaklaması ile faşizm ve utanç suçları tarihinde hatırı sayılır yeri olan AKP hükümetine yine bir çok tepki oluştu. Filmin diğer ülkelerde 18+ uyarısıyla yayınlanırken, aralarında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, Onur Ünlü gibi yönetmeler de olmak üzere bir çok sanatçı, yazar, yönetmen yaş sınırına rağmen Türkiye’de yasaklanmasına kınamayla tepki gösterdi. Faşizan sansürün fıtratında olduğu gibi yasaklanma, filme olan ilgiyi daha çok arttırdı ve üniversitelerde, internette izlendi ve kritiği daha fazla yapılan hale geldi. Trier sinemasının “pornografik” olduğu iddiasıyla eleştirilmesi ve rahatsız olunması ise takipçileri için sıradan, sığ ve anlamsız bulunmaya devam ediyor. Zira Trier’in “İyi bir film ayakkabının içerisine kaçan çakıl taşı gibi olmalıdır.” sözüyle belirttiği gibi filmlerinden rahatsız olunması, tıpkı Haneke’de olduğu gibi Trier için de “rahatsız ederek toplumsal bir olguyu sorgulatmaya ve anlamaya dair” başarıya ulaşma eşiğini temsil ediyor.
“Aşkı unutun” sloganıyla fragmanları yayımlanan Nymphomaniac’ta, filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Trier’in kendi sinema geçmişinin olduğu kadar, Trier sinemasının kamera önünden ve kamera arkasından ve de Trier’in bilinç dışı referanslarını barındırması açısından da önem kazanıyor ve gerek ideolojik örüntüsü, gerek anlatım tekniği, gerekse içeriğin felsefedeki karşılığı, Trier’in doğuştan gelen, tarihte ve bilimde sıkça karşılık bulan seksüel birikimin sinema diliyle yaptığı varoluşçu psikanalize uygunluğuyla incelemeye değer bir bulmaca sunuyor.
Filmin Brechthyen Estetikle Yapıbozumsal İskeleti
“Amaçlarımız uğruna duygular bile dünya görüşümüzü desteklemek için kanıt olarak kullanılmalıdır.”
/Piscator
” Aşkın gerçekliği yoktur.
Zamanı vardır.
Her aşk kendi zamanı içinde gerçektir.
Yaşamda hiçbir şeyin olmadığı kadar gerçek.
Su balığın hem varoluşu hem zamanıdır.
Suyun zamanı gibi aşkın da zamanı vardır.
Kendi zamanı.
Sudan çıktıktan sonraki zamanda, sudaki zamanı bilemezsiniz.
Nerden bileceksiniz?”
/ Murathan Mungan
1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya gelen Louise Brown, 2008 yılında anne olmuş ve eşi tarafından annelik yetisi konusunda övgü almıştı. Bu süreçte ise erkeğin spermiyle. kadının yumurtasını rahimde değil de dış ortamda döllenip, sonra tekrar annenin rahmine yerleştiren tüp bebek yöntemi büyük tartışmalara sahne olmuştu. 1952’den başlayan klonlama tarihi boyunca kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi bir çok hayvan klonlanmış ve gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Bugüne baktığımızda ise Louise Brown’un açtığı tüp bebek yöntemiyle bir çok çift bebek sahibi oluyor ve toplum içerisinde o zamana göre kıyaslandığında bu bebek, çocuklukları dahilinde “normal” olarak karşılanıyor, tüp bebek hastaneleri yapılıyor, tüp bebek için devlet teşvikleri veriliyor. Kısacası tüp bebek yöntemi toplum tarafından kanıksanan ve hatta özendirilecek bir konum kazandı.
Tüp Bebek, Klonlama, Kök Hücre tedavisi gibi biyoteknolojide yaşanan bu gelişmeler ile ilgili bir çok film yapılsa da, işin “birey” olgusuna yönelik iki film bu alanda dikkat çekti: Michael Bey’in yönettiği 2005 yapımı The Island(Ada) ve Mark Romanek’in yönettiği 2010 yapımı Never Let Me Go(Beni Asla Bırakma) “doğal olmayan” yollardan klonlama yapılarak, toplumda “doğal olan” yollardan dünyaya gelen insanlara bir nevi yedek organ işlevi gören klon insan algısının klon insanlara yaşattığı dramı, toplumdaki statüsü sinemaya derin diyaloglarla yansıtarak bizlere sorgulatmıştı.
Macar yönetmen Benedek Fliegauf ise,yazıp yönettiği Womb(Rahim) filmi ile halen tartışılan hatta “ilk insan klon bebeği doğurduk” iddialarının ciddiyetle yaşandığı çağımızda olayın bambaşka ama bir o kadar da özlük boyutuna iniyor ki “klonlama” tartışmalarında, biyoetiğin sosyal boyutunda klonlama ilgili gelen eleştirilerin tam da anlatmak istediği, bir anlamda uç ama bir o kadar da olağan bir aşk hikayesine odaklanıyor ve izleyicisine soruyor “Bir adamı onu tekrar doğuracak kadar sevebilir misiniz?”
ARTIK AŞK İÇİN AŞKI DOĞURMALI AŞK O ZAMAN MI AŞK?
“Ancak ölümsüzlüğe çare bulunduğunda, aşkın ölümlü olduğunu kabullenecektir insanlar.”
/ Murathan Mungan Continue reading »
“Nasıl ki ölümü hesaba katmayan yaşamlar yaşayan insanların yaşamları anlamsızdır
– aynı şekilde,
ölüme bilinçle giden yaşamlar yaşayabilen kimi insanlar,
yaşamlarının son anlarıyla,
ortaya yoğun anlam birimleri koyabilirler.”
/ Oruç Aruoba – De Ki İşte’den
40’ı aşkın ülkede Matruşka, Boyacı, Helikopter, Kördövüşü, Sabahattin Ali, Che Guevera ve Şapka gibi oyunlarının sahnelendiği toplumsal ve bireysel sorunlar üzerine yazdığı oyunlarla adını söz ettiren oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu’nun, çığ tehlikesi baskısı altında yerleşen korkunun töreyi,otoriteyi kurumsallaştırmasını sağlayacak şekilde itaate dönüşmesiyle, bu vesileyle altında ezilen insani unsurların suskunluğu tandansıyla kurguladığı ve 2002 yılında basılmış“Çığ” oyunu, Cücenoğlu’nun 40. sanat yılını kutladığı 2011 yılında, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tiyatro sanatçısı,yönetmen,oyuncu,çevirmen ve tiyatro eğitmeni, Requiem, Eğri Büğrü gibi yabancı oyunları Türkçe’mize kazandırmış Kemal Başer’in yönetmenliğini, Özge Ökten’in dramaturgluğunu ve Can Atilla’nın müziklerini üstlenerek oynanmaya başladı.
70 kuşağı yazarlarından Tuncer Cücenoğlu’nun yalın bir dille karakterlerine hayat vermesi ve mekanla veya toplumsal, ideolojik veya bireysel bir sıkıntıyla daraltılarak ve bu baskı sayesinde kontrol altında tutulmak istenen insani duygulanımın engellenmesiyle insanlar ve metinler arası ilişkinin form, yer ve zaman değiştiren insanı, özgürlüğü, düşünceyi ve otoriteyi sorgulattıran ve bunları bahsi geçen yalınlığın içerisinde evrensel bir düzleme sokarak özgürleştiren bir yazar olarak tanınıyor.
Yazarın Çığ’la da böyle bir düşlemin içerisine seyirciyi soktuğu oyunda, zaman,din, mekan veya coğrafya üzerine herhangi bir bağdaştırılmanın yapılmamasıyla , eleştirmenlere zengin sembolizmaları kullanma imkanı tanınmakla beraber, ilham aldığı anının Doğu Anadolu’da geçmesiyle de gerçekçi bir temel de kazanıyor. Cücenoğlu, oyunun oluşum sürecini şöyle anlatıyor:
“Bir gün değerli yönetmen dostum Yusuf Kurçenli ile söyleşiyorduk. İlginç bir durum anlattı bana… ‘Doğu Anadolu’ da, çevresi dağlarla çevrili bir yerleşim biriminde yaşayan insanlar, kesinlikle yüksek sesle konuşamazlar, kahkaha atamazlar, kısacası gürültü yapamazlarmış… Çünkü yapılan gürültü patırtı çığ düşmesine neden olurmuş. İşin ilginç yanı çığ tehlikesinin, yılın dokuz ayında söz konusu olmasıymış. Bu insanlar yılın yalnızca üç ayında bağırabilirler, silah atabilirler ya da çocuklarını doğurabilirlermiş.”
Bir Parmak Çığlık Boyundan Cesaretlenen Çığ’ın Altında Aranan İnsanlık Tasviri
“Çözdüm her şey çok basit
Denize doğru
Üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya
Zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya
Denize doğru
Düşlerimde bile kaçtım denize doğru
Aslında kaçmak değil sevgiye koşmak
Sessizdiler ama çoktular
Biraz deli biraz çocuktular
Denize doğru
Kolunu kaptıranlara çare bulunmaz
Yaşam bizden hızlı
Beklesen olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru
Gülmez çünkü hiç bilmez
Dertleri ağır
Bütün kapılar çalınır
Ama bilgeler sağır
Mışlar mişler ne demişler
Burada bulamamışlar
Denize doğru
Gittim çünkü eskittim
Kentin sokaklarını
Kimsenin umurunda değil
Suratlar soğuk
Ardımda çok şey bırakmadım
Kalanları da almadım
Denize doğru
Adını düşürenlere üzülsen değmez
Sesini kaybedenlerin bir şarkısı olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru”
/ Bülent Ortaçgil – “Denize Doğru”‘dan
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden Ferit Burak Aydar çevirisiyle çıkan, yazar Jonah Lehrer’in “Karar Anı” kitabı, hayatımızda verdiğimiz kararların, insanların akılcı varlıklar olarak, mantıklı kararlar alma yetisini başka bir perspektifte inceliyor.
Nobel ödüllü sinirbilimci Eric Kandel’in laboratuvarında, Le cirque 2000 ve Le Bernardin restoranlarında çalışan, Boston Globe ve Washington Post gazetelerinde, Nature, the New Yorker ve Seed dergilerinde yazıları yayımlanan bir yazar olan Jonah Lehrer’in daha önce “Proust bir Sinirbilimciydi” kitabı da bulunmaktadır.
Tarzı itibariyle “İrrasyonel” ve “Buyology” kitaplarını anımsatan “Karar Anı”nda, yazarın beynimizin hangi anlarda, nasıl karar aldığını incelemek ve yakınen tahlil etmek adına örnek aldığı olayların asıl kahramanları olan oyun kurucular, pilot, şarkıcı, yönetmen veya poker oyuncularıyla birebir görüşmelerindeki aldığı izlenimleri, sinirbilim çerçevesinde değerlendirerek okuyuculara sunuyor. Analoji olarak Nobel ödüllü psikolog Herbert Simon’un insan beynini makasa benzetmesini kullanan Lehrer, her bir karar anında makasın bir ucu olan beyni ve diğer ucu olan beynin faaliyet yürüttüğü özgül çevreyi bilim dergilerindeki referanslarını da inceleyerek çıkarımlara varıyor.
Kitap, 9 bölümde ‘karar anları’nı inceliyor: Continue reading »
“Kimim ben?
Rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mı ?
yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi? “
/Chuang Tzu
Christoper Nolan, The Dark Night, The Prestige, Batman Begins, Memento ve Following filmleriyle 2000’den sonra sinema dilini, teknolojinin görsel gücüyle birleştiren yapımlara imza atarken, 2010 senesinde “Inception “filmiyle bu konuda otoriteler tarafından “sanat eseri” , “başyapıt” sıfatlarıyla anılacak filmlerden birinin hem senaryosunu yazdı hem yönetti hem de yapımcılığını üstlenmiş de oldu. Nolan, sinemanın daha fazla popülerleşmesine sahne olan teknolojiyi arkasına aldığı bu yapımda rüya olgusunu , her kitleden seyircinin kendinden parçalar bularak alacağı aksiyon, aşk, kurgu, animasyon, simulark,görsel yönetmenlik, soyut alem, gerçeklik gibi olgularla ve Hans Zimmer’in müzikleriyle de birleştirerek, postmodern sinemanın eksperssiyonizm öğeleri yoğun hissedilen zirve örneklerinden birini gerçekleştirdi.
Bu filmden önce Tarsem Singh’in “The Cell”, Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet’in “The City Of Lost Children“, Wachowski kardeşlerin “The Matrix Triology” Josef Rusnak’ın “The Thirteenth Floor“, Alejandro Amenabar’ın “Abre Los Ojos” veya çoğu izleyicinin bildiği versiyonuyla “Vanilla Sky“, Martin Scorsese’nin “Shutter Island“, Richard Linkarter’in “Waking Life“,Darren Aronofsky’nin “The Fountain“, Michel Gondry’nin “The Science of Sleep” ve “Eternal Sunshine of Spotless Mind” ve yine Nolan’ın “Memento” ile hafızanın derinliklerine ve rüya alemlerine yaptığı sinema diliyle yolculuk bu yüzyıl için yeni, ancak insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar gelen hakikat arayışının da görsel yönleriyle anımsatacağı bir derin miras da aynı zamanda.
RÜYALARDAKİ HİPERGERÇEKLİK DUYGUSU
“Rüyaları gerçekleştirmenin en kestirme yolu, uyanmaktır.” / J. M. Powe
Nolan, filmde insanların rüyalarından sır gibi sakladığı bilgileri çalmak için uzmanlaşmış Cobb ve ekibinin dolandırıcılık hikayesine yer verirken, insanların bilinçdışılarına yaptıkları yolculukta da Cobb’un ancak rüyalarda yaşatabileceğine inandığı eşi Mal’u defalarca acı, özlem,ihanet ve tramvatik normlarla karşısına çıkartıyor. Eşi hakkındaki düşüncelerine ilişkin korku nevrozu yaşan Dobb’un ruh halini anlamak açısından rüyalar konusunda uzman Sigmund Freud‘a kulak verelim: Continue reading »
2009 yılında yapılan Cannes Film Festivali’nde filmin başrol oyuncusu Charlotte Gainsbourg’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü getiren Lars Von Trier’in nihai eseri Antichrist, daha önce Sex&Lucia filminde de benzer yorumlarında da gördüğümüz gibi yine 18+ uyarısıyla bir çok ülkede çok izleyici tarafından pornografik ve sadizm unsurları bolca barındırılıp dışlanacaksa da, hatta izleyicilerin bir kısmının salonu terkettiği bolca duyulacak olsa da aslında içsel dünyamızdaki nesne geçişlerini kontrol edemeyişimizin bir psikolojik tahlilini gözler önüne sermesi açısından dibine kadar izlenip düşünülmesi gereken bir Lars Von Trier sanat eseri…
Yönetmenin 2 yıl önce yaşadığı acılara dayanarak senaryosunu yazdığı filmde, diğer senarist olarak yine benzer dinsel altmetinler ve tabularla özlük kavramını karşı karşıya getiren Danimarka bağımsız sinemasının en çarpıcı filmlerinden biri olan Adem’in Elmaları(Adam’s Aebler) filminin senaristi Anders Thomas Jensen’in de senaryoda parmağı olduğunu görmek şaşırtıcı değil. İki oyuncudan oluşan filmde Charlotte Gainsbourg’un yanında erkek figürü olarak ise Manderlay’den de tanıyacağımız Williem Dafoe oynuyor.
ROL/NESNE KARTLARI DAĞITILIYOR
AntiChrist dört bölümde anlatılıyor: Izdırab, Acı, Çaresizlik ve Üç Kral.
İsrail Sanat Bilim ve Teknoloji Enstitüsü’nde Psikoloji ve Davranış Bilimleri Programının şefi ve klinik psikoloji dalında çalışan Ayala Malach Pines’ın bu konu hakkında yapılabilen engeniş sosyolojik ve psikolojik araştırma bütünü 359 sayfalık kitap.
Kitabın hikayesi yazarın bir gün “kıskançlık hakkında ne biliyorsun?” sorusuna yetersiz kalışından sonra “kıskançlık hakkında bilmediklerimiz” üzerine bir yazı hazırlamasının istenmesiyle başlayan ve yıllara yayılan bilimsel araştırmalardan oluşuyor.
Yazara göre bu kitap, üç tip okuyucu kitlesine hitap ediyor: kıskançlıkla boğuşanlar, kıskançlık sorunuyla ve partnerinin kıskançlığıyla boğuşanlar, son olarak da kıskançlıkla karşılaşmış, entelektüel merakı olan ve bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyen kişiler.
Genel olarak hoşuma giden özellikler, kitabın hem saha çalışması üzerine hem de kuramlar üzerine -aksi görüşleri de içeren- teorik araştırmalardan faydalanması ve sonunda ‘terapistlere not başlığı’ altında işin uzmanını da es geçmeyeceği deneyimlerin sonuçlarını anlatması. Kitap on bölümden ve işin uzmanlarına yöntembilim açısından faydalı olacak 3 ekten oluşuyor.
İlk bölüm ‘romantik kıskançlık nedir’ hakkında psikodinamik yaklaşımlardan kıskançlığa eğilime, sosyobiyolojik yaklaşımlardan haset kavramına kronik ve akut kıskançlığı da içine alan bir çok bilinmesi gereken tanımı ‘vaka incelemesi’ ile birleştirerek inceliyor. Bu bölümde yazarın konu hakkında yazılmış literatürden de faydalandığı da söylersek tanım hakkında doymuş bir şekilde kitabın geri kalanları algılamamız için bir avantaj elde etmemiz anlamına geliyor. ‘Romantik imge‘ bahsinde ise çocukluk travmaları, sadakatsiz baba, aldatma olgusu aşkın evrensel mi öznel mi olduğu sorularına yanıt aranıyor.
Bir çok romandaki (bkz: Tahsin Yücel’in Kumru ile Kumru romanı) ve filmdeki (bkz: the devil wears prada filmi) karakterin özelliklerinde karşımıza çıkan, dürtüsel olarak bireyin satın alma davranışını denetleyememesi ve delice alışveriş yağması olarak tanımlanabilecek psikolojik hastalık. Bu hastalığın kadınlarda daha fazla görülme sebebi ise duygularının esiri olma eğiliminin fazla olmasından kaynaklanmaktadır.Kkadın, ayakkabı, çanta, elbise, mücevher vs lerde kendi yetersizliğini gidererek egosunu yüksek tutmak ister, Erkek ise yine aynı sebepten teknolojik ve büyük beyaz eşyalara yönelir. Ne anlıyoruz bundan; kadın kendi duygusal yönlerini ve zayıflığını kapatmaya, erkek ise bağımsızlıkla ve hareket alanını genişletici şeylerle tatmin olur.
NEDEN UZAYDA KOLONİLEŞİYORUZ?