“Sen yoldasın
Fakat nereye gideceğin belli değil
Çamurun içindesin
Hayalgücünün labirenti içerisinde
Bu kenti seversin
Hatta işler iyi gitmese bile
Sen kentin heryerindesin
Kent, senin heryerinde
Güzel bir gün
Geçip gitmesine izin verme
Güzel bir gün
Dokun bana
Al beni öbür tarafa
Öğret bana
Umutsuz vaka olmadığımın farkındayım
Gör dünyayı, yeşil ve maviler içerisinde
Gör çin’i, tam da önündeki
Gör kanyonları, bulutla bölünmüş
Gör tuna kuşlarını, gökyüzünü süpüren
Gör gecede ışıldayan bedevi ateşini
Gör petrol kuyusunun ilk ışığını
Ve gör ağzında yaprak taşıyan kuşu Tüm renkler geçip gitmeden…”
U2 – “Beautiful Day” den.
Gelmiş geçmiş en büyük rock gruplarından biri olarak anılan 145 milyonun üstünde albüm satışına ulaşan 30 yıllık grup U2’nun 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’da Atatürk Olimpiyat Stadında verdiği konser öncesi gerek daha öncesinde başka ülkelerde 360 deneyimlerini paylaşayan medyada, gerek sosyal medyada önemli oranda etkisi oldu. Konser alanı olan stadın uzaklığı , hem varış hem dönüş anlamında trafik çilesi , havanın yağmurlu olması gibi etkenler nedeniyle konsere gelmesi beklenen 100 bin kişi yerine 50 bin civarında kişi U2’nun ilk defa verdiği bu konsere iştirak etti.
Bu haberler sayesinde Japonya’dan İran’a, Brezilya’dan Güney Afrika’ya yaklaşık 29 ülkeden 10 bin kişi ise yurtdışından gelerek izleyeceğini, Türkiye’den alınan ilk biletin ise Ağrı’dan bir hayran tarafından alındığını öğrendiğimiz konserin bilet fiyatları ise Avrupa Kültür Başkenti fonunun yardımlarıyla U2’nun şu ana kadar 2 milyon kişinin izlediği tahmin edilen Avrupa konserlerindeki bilet fiyatlarından daha az bir fiyata sunuldu. Sahnenin sağ ve sol yanındaki “red zone” olarak adlandırılan bölümün biletlerinin tanesi 500 TL’den satılarak Bono’nun 3. Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi ile birlikte mücadele verdiği diğer alanlardan biri olan AIDS için harcanacağı söylendi.
“Kimim ben?
Rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mı ?
yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi? “
/Chuang Tzu
Christoper Nolan, The Dark Night, The Prestige, Batman Begins, Memento ve Following filmleriyle 2000’den sonra sinema dilini, teknolojinin görsel gücüyle birleştiren yapımlara imza atarken, 2010 senesinde “Inception “filmiyle bu konuda otoriteler tarafından “sanat eseri” , “başyapıt” sıfatlarıyla anılacak filmlerden birinin hem senaryosunu yazdı hem yönetti hem de yapımcılığını üstlenmiş de oldu. Nolan, sinemanın daha fazla popülerleşmesine sahne olan teknolojiyi arkasına aldığı bu yapımda rüya olgusunu , her kitleden seyircinin kendinden parçalar bularak alacağı aksiyon, aşk, kurgu, animasyon, simulark,görsel yönetmenlik, soyut alem, gerçeklik gibi olgularla ve Hans Zimmer’in müzikleriyle de birleştirerek, postmodern sinemanın eksperssiyonizm öğeleri yoğun hissedilen zirve örneklerinden birini gerçekleştirdi.
Bu filmden önce Tarsem Singh’in “The Cell”, Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet’in “The City Of Lost Children“, Wachowski kardeşlerin “The Matrix Triology” Josef Rusnak’ın “The Thirteenth Floor“, Alejandro Amenabar’ın “Abre Los Ojos” veya çoğu izleyicinin bildiği versiyonuyla “Vanilla Sky“, Martin Scorsese’nin “Shutter Island“, Richard Linkarter’in “Waking Life“,Darren Aronofsky’nin “The Fountain“, Michel Gondry’nin “The Science of Sleep” ve “Eternal Sunshine of Spotless Mind” ve yine Nolan’ın “Memento” ile hafızanın derinliklerine ve rüya alemlerine yaptığı sinema diliyle yolculuk bu yüzyıl için yeni, ancak insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar gelen hakikat arayışının da görsel yönleriyle anımsatacağı bir derin miras da aynı zamanda.
RÜYALARDAKİ HİPERGERÇEKLİK DUYGUSU
“Rüyaları gerçekleştirmenin en kestirme yolu, uyanmaktır.” / J. M. Powe
Nolan, filmde insanların rüyalarından sır gibi sakladığı bilgileri çalmak için uzmanlaşmış Cobb ve ekibinin dolandırıcılık hikayesine yer verirken, insanların bilinçdışılarına yaptıkları yolculukta da Cobb’un ancak rüyalarda yaşatabileceğine inandığı eşi Mal’u defalarca acı, özlem,ihanet ve tramvatik normlarla karşısına çıkartıyor. Eşi hakkındaki düşüncelerine ilişkin korku nevrozu yaşan Dobb’un ruh halini anlamak açısından rüyalar konusunda uzman Sigmund Freud‘a kulak verelim:Continue reading »
“Unutulmayan, işte bu sensin Uzak veya yakın olsa da unutulmayan Hep söylediğim bir aşk şarkısı gibi Seni düşünürken canımı acıtan Daha önce kimse senin kadar değerli olmadı Ne olursa olsun unutulmayan Ve ebediyen unutulmaz kalacaksın İşte bu yüzden sevgilim, bu inanılmaz Birinin böyle unutulmaz olması Düşün ki ben de unutulmayanlardanım.”
/Natalie Cole – Unforgettable’dan..
1965’te hayatını kaybeden caz piyanisti Nat King Cole’un hayatımızın bazı hatıralarının sessizliğini seslendirirken, diğer yandan 60-70 kuşağının çok iyi bildiği bir sesi de Dünya’ya kazandırdı: Kızı Natalie Cole. Siyahi sesin en kıvrımlı melodilerini dile getirmekle 8 Grammy dahil bir çok ödül alan, Ray Charles, Frank Sinatra, Whitney Houston ve tabii ki babası Nat King Cole gibi bir çok, bu yüzyılda değeri daha da çok anlaşılacak müzik ustasıyla yaptığı düetlerle de manidar Natalie Cole, 31 Temmuz 2010 gecesi Fenerbahçe True Blue’da , bembeyaz elbisesiyle tıpkı karşımızdaki Adalar’ın ışıkları gibi parıldayarak aramızdaydı ve bu ruhu İstanbul’un huzurlu mekanı Anadolu yakasından da duyurmuş oldu.
Seyircinin yaş ortalamasının yüksek olduğu konserde, seyircinin bir kısmı adeta bir merasim havasını anımsatacağını düşünerek gelmiş, kimileri ise ki daha çok genç jenerasyon çimlere oturarak bu R&B ve jazz’ın tarihe mal olmuş şarkılarını dinlediler. Natalie Cole , mütevazı orkestrasının eşliğinde when i fall in love, unforgettable, this will be, miss you like crazy, smile i wish you love, they cant that way from me,i live for your love gibi şarkılarını seslendirirken, this will be şarkısında ise seyirci ve yorumcunun bütünleştiği en doruk an oldu. Yaklaşık 80 dakika süren konser sonunda, bir çok kişi için, uzun süren hastalığın sonunda müziğe eski performansından hiç bir şey kaybetmediğini gösteren 2009’da çıkardığı “Still Unforgettable” albümünü tekrar dinletmek için gereken enerjiye sahip olduğunu gördük.
Benden hoşlanıyor musunuz? Orada durmamdan hoşlanıyor musunuz?
Farkediyor musunuz? Biliyor musunuz?
Beni görüyor musunuz? Görüyor musunuz?
Kimsenin umrunda mı?
Mutsuzluk ben gençkendi
Ve umrumuzda değildi
Çünkü biz hayatı eğlence olarak görmek ve yapabiliyorsak onu kazanmak için yetiştirildik
Annem, annem bana sarıldı
Bana sarıldı mı, ben oradayken
Babam, babam, beni sevdi
Oh beni sevdi, kimsenin umrunda mı?
Ne hale geldiğimi anlayın
Bu benim tasarımım değildi
Ve her yerde insanlar olduğumdan daha iyi bir şey düşünüyorlar
Ama sizi özlüyorum, özlüyorum
Çünkü bunu seviyordum. Seviyordum
Ben oradayken
Bunu biliyor musunuz? Biliyor musunuz?
Siz beni bulmadınız, beni bulmadınız
Kimsenin umrunda mı? “
>/ The Cranberries – Ode My Family’den
7 yıl aradan sonra birleşerek bir çok hayranını sevindiren The Cranberries, birleşmeden sonra Kasım’da başladıkları konser turnesinin duraklarından biri olan İstanbul’da 8 sonra tekrar yaklaşık 10.000 kişiye anılarını yüksek sesle dile getirmelerine olanak tanıdı.
Konsere olan yoğun ilgi, konser öncesi uzun ve düzensiz kuyruklardan kendini belli etmesine, içeri seyircilerin alınmasıyla beraber gitgide hareket edecek alanın bulunamaması ve havanın sıcaklığına rağmen herkeste oluşan heyecan kendini belli ediyordu. Bir çok kişi birbirini tanımamasına rağmen konser alanında sıcak sohbete ve hatta The Cranberries parçalarının anılarında nasıl etki yarattığını anlatması açısından da bu seneki bir çok konserin aksine bir çok insanla da tanışma fırsatı buldum. Kuruçeşme Arena ve İnönü Stadı gibi konser alanlarında tecrübelerimize dayanarak Maçka Küçükçiftlik Park’ın darlığının bir yandan samimiyeti oluşturması gibi avantajların dışında, sahnenin arkaya doğru eğimli olması, ses düzeneği ve arkada kalan seyircilerin önüne bir başka ekran daha koyarak konserin enerjinin yayılmasını engelleyen mimari yaklaşımının negatif özelliklerinden olduğunu söylemek gerek. Organizatörlerin herhangi bir kavga yaşanmaması ve can güvenliği açısından daha fazla tedbir alması gerektiğini düşünüyorum. Bunun dışında konser alanında satılan alkollü ve alkolsüz içkilerin dışında diğer ünlü grupların Türkiye’de bu sene verdiği konserleriyle kıyaslandığında çok daha pahalı olarak servis edilmesi eksilerden biriydi.
22:10 sularında başlayan ve “Analyse” şarkısıyla açılışı yapan grup, Animal Insict, How, Dreaming My Dreams, Just My Imagination, When You’re gone, Ode My Family, Time is ticking out, i can’t be with you, salvation, Ridiciluous Thoughts, Zombie, Promises gibi daha çok kitlelere yayılan şarkılarını seslendirirken, grubun solisti Dolores O ‘riordan, seyircinin nabzını tutması, naif tavırlarıyla ve sesinin derinliğini ve gücünü hiç bir şarkıda bozmadan performansını sergileyebilmesiyle de hayranlık kazandı. Canlı olarak dinlerken, albüm kayıtlarından çok daha enerji verici bir aurası bulunduğunu belirttiğimiz bu harika konserin özellikle Zombie, salvation, animal insict parçalarının seslendirildiği bölümde 10.000 kişilik bir koronun içinde olmak harika bir duyguydu.
Konserin videolarını ise aşağıdan izleyebilirsiniz:
Hürriyet Video’larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!
“Bu günlerde hissetiğime inanmaya çalışıyorum
Bu hayatı benim için kolaylaştırıyor
Bu günlerde neyin gerçek olduğuna karar vermek güç
Nesneler bana çok baş döndürücü gözüktüğünde
Çoktan çocuklarımın çocuklarının yüzlerini biliyorum
Daha önce duyduğum sesler
Hep daha fazlası var
Amaçsız yürüyorum
Herkesin sahiplendiği evime doğru
Yürüyorum, yürüyorum
Hoşumuza gideni yapabildiğimiz yere
Yürüyorum
Bin yıl geçmiş gibi hissediyorum
Eskiden olduğumdan daha gencim
Sonunda dünya evimmiş gibi hissediyorum
Karşılaştığım her insanı tanıyorum
Müzikte bir yerde zilleri duyabiliyorum
Bin yıl önce duyduğum
Daima daha fazlası var
Yürüyorum olanın hepsi bu mu
Olmaya başladığımdan olduğumdan beri
Yürüyorum, yürüyorum
Hoşumuza gideni yapabildiğimiz yere
Yürüyorum…“
/ Massive Attack – Sly’dan
Çeviri: Hülya Önkan
13 Temmuz gecesi Massive Attack grubu “Heligoland” albümü için 5. kez geldiği Türkiye’de Kuruçeşme Arena’da güncel sorunlara da değindiği ve transa girdirebilecek kuvvetle müziğiyle dinleyenlerini tatmin eden bir performans sergiledi.
Konser öncesi bilet kuyruğu nedeniyle izdiham ve kalabalığın akabinde konser alanına girdiğinizde daha ferah ve ön sıralara kadar ilerleme rahatlığı bulabildiğiniz konserde, Massive Attack United snakes, babel, rising son, girl i love you, psyche, futureproof, invade me, teardrop, mazzazine, angel, safe from harm, inertia creeps, splitting the atom, unfinished, atlas air, karmacoma parçalarını seslendirdiler. Özellikle Angel’da ve Atlas Air’daki performans diğer parçalarının daha üzerinde bir adrenalin salgılattı.
Martina Topley’in “Teardrop” adlı parçayı alışageldiğimizin dışında seslendirdiği nüans, grubun kurucusu Robert Del Naja’nın “Safe From Harm”‘ı Mavi Marmara’da ölenlere adaması , şarkılar çalarken, “Youtube: yasak krallık”, “devrimciyi hapse atabilirsin ama devrimi hapsedemezsin”,”hareket etmeyen zincirlerinin farkına varamaz” gibi provakatif sözlerin dışında, İsrail politikaları, BP petrol sızıntısı, markaların dünya siyasetini yönetmesi , Yunanistan’ın borcu ve Türk magazin dünyasındaki bunca sorunların arasında anlamsız kaldığı daha belirginleşen manşetlerin üzerine vurgu yaptığı mesajlar da dikkat çekiciydi. Seyircinin bu temaya dair algılarının çok açık olmadığı tepkiler verdiğinin de altını çizmekte fayda olacaktır.
Bu etkileyici ve canlı izlemenin keyfine vardığınız konserin videolarını aşağıdan izleyebilirsiniz:
“Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i-yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır
Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
Elhak bu ne hâlet bu ne hoş âb u hevâdır
İnsâf[ı] değildir anı dünyâya değişmek
Gülzâr[ı]ların cennete teşbîh[i] hatâdır
İstanbul’un evsâfını mümkün mü beyân hiç
Maksûd[ı] hemân sadr-ı kerem-kâra senâdır
Ez-cümle Nedîmâ kulun ey Âsaf-ı devrân
Müstağrak-ı lütf u kerem ü cûd u atâdır”
/Şair Nedim
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projesi kapsamında, 3 Temmuz 2010 İstanbul Şehir Tiyatroları’nca Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde ücretsiz sergilenen, Can Doğan’ın tasarlayıp ve yönettiği Devr-i İstanbul, bir yandan İstanbul tarihini paleotik çağdan günümüze ele alırken, diğer yandan da bu tarih sürecinde ve bu topraklar üzerinde yaşamış olan nice insanın giymiş olduğu kıyafetlerinin müzikal bir gösteri eşliğinde nasıl evrim geçirdiğini de anlatıyor.
Dramaturgluğunu Özge Ökten’in, sahne tasarımını Mehmet Emin Kaplan’ın, kostüm tasarımını Eylül Gürcan’ın, müzik direktörlüğünü Murat Bavli’nin, koreografisini Senem Oluz’un ışık tasarımını Fatih Mehmet Haroğlu’nun, yaptığı oyunda; Aslı Narcı, Berk Samur, Berna Adıgüzel, Caner Bilginer, Cem Uras, Ceysu Aygen, Cihan Kurtaran, Doğan Şirin, Göksel Arslan, Hanife Ser, İrem Aydın, Melisa Demirhan, Murat Bavli, Murat Üzen, Nurdan Kalınağa, Pelin Budak, Pınar Aygün, Tankut Yıldız, Tolga Coşkun, Tuğrul Arsever, U. Arda Aydın, Ümit Daşdöğen, Volkan Ayhan, Y. Arda Alpkıray rol alıyor.
“Büyük Itrî’ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i.
Tâ Budin’den Irâk’a, Mısr’a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.
Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr’ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh:
Dağılırken ‘Nevâ’nın esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.
Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser.
‘Nât’ıdır en mehîbi, en derini.
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış ‘Âyîn’i.
O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.”
/Yahya Kemal Beyatlı – “Itri” şiiri
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri kapsamında İstanbul’un musiki ve tarihi yelpazesine en uygun düşen projelerden biri olan “Bir Şehir Hikayesi, Konstantiniyye–İstanbul” 18 Haziran 2010’da Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde gerçekleşti.
Etkinliğin çözüm ortaklıklarını Türkiye’de Deniz Özsezen (Proje Sahibi) ve Ülkem Özsezen (Proje Koordinatörü), Amerika’da Dr. Mehmet Ali Sanlıkol (Proje Müzik Direktörü), Dünya Organizasyonu (Boston), Prof. Dr. Robert Labaree, Prof.Dr. Thomas Zajac ve Nectarios Antoniou’nun oluşturduğu konserde ABD Boston’dan Schola Cantorum, Ensemble Trinitas, Dünya; İnce Saz-Fasıl-Anadolu Folk ve Arabesk topluluklarından 35 sanatçı yeraldı.
Etkinliğin Müzik Direktörlüğü’nü yapan Kompozitor/Multi Enstrumantalist/ Müzikolog Dr. Mehmet Ali Sanlıkol, aynı zamanda Bizans İlahileri, Sefarad Yahudileri’nin maftirim repertuarı, Ermeni besteciler, Klasik Türk Müziği ve tasavvufi müzikler hakkında bu disiplinlerden gelen müzisyenler ile eklektik çalışmalar yapan birisi.
Tüm hazırlıklar ışığında iki imparatorluğun başkenti olma özelliğine sahi İsanbul’un Bizans’tan , fetihe, Cumhuriyet’ten bugüne Ortadoğu, Doğu, Avrupa ve Balkanların bir çok bölgesinden akarak şehrin hafızasını her daim taşıdığı, kimi zaman ona bağımlılık derecesinde sahip çıktığı, askerlerin, tüccarların, diplomatların mirasıyla Osmanlı,Arap, Ermeni, Slav, Türk, Kürt, Rum, Yahudi veya Avrupalı’ların da sahip çıkacağı bir miras ortaya çıkmıştır.
Tüm bu nostaljik zenginliğin, sosyo kültürel toplum yapımızın bir çok farklı statü, katman, yaş, kültür barındırmasıyla Rum Ortodoks ilahileri, seküler Rum müzikleri, Haçlı şarkıları, Osmanlı merasim ve askeri bandolarının müzikleri, Osmanlı saray müzikleri, Tasavvuf merasim müzikleri, Türk Halk müzikleri, Sefarad Yahudilerinin şarkıları, Erme ve Türk’lerin şehir müzikleri ve nihayet protesto ve özlem dolu çağdaş popüler şehir müziklerine yer verilen bir konser dinledik.
Kronolojik sırayla gelen ve uzman görüşleri itibariyle melankolik bir davası olan İstanbul’un içinden çıkan bu konserin harika tanıtıcı kitapçığından da yararlanarak iki ana bölüm ve onların detaylarıyla tanımak ve anlatmak yerinde olacaktır:
Prolog:
Dr. Mehmet Ali Sanlıkol tarafından bestelenmiş “Byzantium “ şehrin antik Yunan döneminin bilinmeyen müzikal dünyasını soyut ve modern bir yaklaşımla trompetler, yaylı çalgılar, piyano, nekkareler ve kös kullanarak icra edilmiş. Kapanışına doğru ise iki borulu ve çift kamışlı bir enstruman olan “aulos” isimli antik Yunan enstrumanının temsilini dinledik.
I.Bölüm Konstantiniyye
“Efendim, Sana dert yandım;
Beni duy, ey Yarabbim!
Efendim, Sana dert yandım,
Benim dualarımın sesini duy”
İnanç özgürlüğünün sınırlandırıldığı yıllardan 313 yılında Roma İmparatoru Konstantin Milan fermanını yayımlayarak imparatorluk içerisinde yaşayan halkların dinlerini özgürce yaşama ve herhangi bir cezaya ya da ölüm cezasına çarptırılmadan inanışlarını açıklama haklarını tanıyarak Hristiyanlık dinine karşı yüzyıllar boyu devam eden ağır cezalandırmaları sona erdi. Konserde de Rum ortodoks kilise müziğine ait olan ilk seçki, bestecisi bilinmeyen Soson Kyrie ton laon sou(Kutsal Haçın yüceliği ilahisi), bu yeni dini inanışı onu sembolize eden haç ile temsil edilmiş. Daha sonra resmi din olarak kabul edilen Hristiyanlik bu dinin simgesi olarak haç yaşamın ölüme karşı olan gücünün sembolü olarak konumlır ve – Konstantin’in şehri Konstantiniyye olarak – kurulmasında rol oynar. O güne değin Orta Doğu ve Balkanlarda Hristiyanlık ana formu Ortodoks inancı olduğunu da düşünerek . Rum Ortodoks inancının Patrikhanesi ise İstanbul’da yer alması da ayrı bir önem taşır.
İçerisinde müzik enstrumanları barındırmayan Rum Ortodoks müziğinin sözlü aktarımı geçen onca sene içerisinde bir kayba uğramadığı belirtiliyor. Konserin bu bölümü için de Bizans döneminin Hristiyan toplumlarının geleneksel akşam dualarının temsili için akşam ayinlerinden(Vespers) iki seçki dinledik. Bunların ilki, Petros Peloponesios(c. 1730-1778) tarafından bestelenmiş(Mezmur dizesi olan) Kyrie ekekraksa pros se eisakousan mou’nun(Mezmur 140, 1-3) İstanbul’un Fener muhitinden (Patrikhanenin 1950’li ve 60’lı yıllarda baş mugannisi olmuş) archon Protopsaltis Thrasvoulos Stanitsas(1910-1987) tarafından keşfedilmiş bir uyarlama ve takiben Petros Bereketis(17-18.yy) tarafından bestelenmiş Douloi Kyrion, Alleluia(Mezmur 134,1-3) icra edildi.
“Layla
Tek başına kaldığında ne yapacaksın
Kimse seninle birlikte değilken
Çok uzun zamandan beri kaçıyorsun ve saklanıyorsun
Biliyorsun bu, senin aptal gururun
Layla, sana yalvarıyorum Layla,
yalvarıyorum, sevgilim lütfen
Layla, sevgilim şu endişelerimi dindirmeyecek misin
Seni teselli etmeye çalıştım
O eski adamın seni üzdüğünde
Aptal gibi, sana aşık oldum
Tüm hayatımı alt üst ettin
En doğru kararı verelim
Ben sonunda çıldırmadan önce
Ne olur hiç bir zaman bir yol bulamayacağız deme
Ve tüm aşkımın boş, faydasız olduğunu söyleme bana”
/ Eric Clapton- Layla’dan
13 Haziran 2010 gecesi İstanbul Kuruçeşme Arena’da tarihi bir blues şölenine tanık olduk. Organizasyon firmanın ve seyircinin “eskisi” gibi olmadığı konserde yaş ortalamasının yüksek olmasına ve kalabalıklığa rağmen seyirci coşkusunu sahneye akıtamadı. Tüm bunlara karşın Eric Clapton ve Steve Winwood 21:15 civarlarında başladığı konserde 2,5 saat aralıksız olarak “mest” ettiler.Davulda Steve Gadd, Basta Willie Weeks, Klavye’de Chris Stainton’un sesin tüm ayrıntı tonlarında yaptığı katkılar ve sololar ise tarifsizdi.
Kuruçeşme Arena’nın boğazdaki ambiyansıyla İstanbul’un güzellikleri arasında bu tarihe Gimme Some Lovin, Mindland Maniac, Cocain,Layla, Gimme Some Lovin , Crossroads ,Voodo Chile, georgia on my mind, Can’t find my way home gibi şarkılara canlı eşlik etmenin mutluluğuna vardık.
Eğer kaçırdıysanız konser videolarımı ve tarihi blues gecesini aşağıdan izleyebilirsiniz:
“Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur.”
/Mevlana
60’dan fazla ülkede 30 milyondan fazla ziyaretçiye ve 11 bin 500 beden bağışçısına ulaşan Alman bilimadamı ve anatomist Dr. Gunther Von Hagens’in sıradışı sergisi 11 Haziran- 17 Aralık 2010 tarihleri arasında İstanbul Modern/Antrepo 3’de ziyaretçilere açıldı. Serginin ilk defa Müslüman bir ülke olarak anılan Türkiye’de de açılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın organ bağışı konusundaki negatif fetvası nedeniyle de izleyenlerin bazılarını biyoetik dışında inançsal sistemleri açısından da itki duymasına sebep olabilir.
Dr. Angelina Whalley’in kavramsal planlayıcısı ve tasarımcısı olduğu sergide, Gunther von Gagens’in mucidi olduğu ve 1977’de patentini aldığı Plastinasyon (estetik anatominin sunumunu olanaklı kılan anatomik örnek koruma yöntemi) tekniği sayesinde 200’den fazla insan örneğinin döllenme sürecinden cenine, bebeklikten çocukluğa, ergenlikten gençliğe, yetişkinlikten yaşlılığa kadar olan tüm yaşam evresini anlatıyor.
Sergiye girmeden önce yetkililerin uyarmasıyla 5 TL karşılığında size mevcut vitrinlerdeki anatomik nesneler hakkında sesli bilgi sahibi olmanız açısından bir araç teklif ediliyor, almanızı tavsiye ederim, faydalı oldu.
Sergiye girişte büyük ekranlarda bir çok insan yüzünün değişimini izleyerek başlıyorsunuz. Akabinde döllenme evresinden başlayarak ceninler karşınıza çıkıyor. Bir yandan hafta hafta ceninin gelişimini farklı plastinatlarda görürken diğer yandan camekan vitrinlerde açıklayıcı yazılardan faydalanıyorsunuz.
Erkek ve kadın kafatası, beyni, cinsel organları, sigara içen ve içmeyen akciğerleri, plasentası, aortları, derisi, kalça ve uyluk kemikleri, omuz ve dirsek eklemleri, diyaframı ayrı ayrı parçalar halinde serginin çeşitli lokasyon noktalarında görebiliyorsunuz ve eğer ses aygıtınız varsa bunlar hakkında kulaklığınızla aygıta girdiğiniz numaraları tuşlayarak ilgili figüre dair biyolojik bilgileri dinleyebiliyorsunuz.
Ve Ben senden nefret etmekten başka bir şey yapamam
Yürek sızımı duyabiliyor musun?
Sesin kayıplara karışıyor
Ama ben, akılsızın teki, seni sonsuza dek beklemekte
Unut
Ya da yaşama artık daha fazla
Veyahut gece,gece, gece!
Gece bomboş
Ve geceyle gelen ümit kısacık bir an
Kırık bir kalp, kırgınlık
Elveda…
Boş düşlere ne oldu dersin?
Nereye gitti bir anlık baştan çıkarmalar.”
/ Emma Shapplin – Spente Le Stelle’den
11 Haziran 2010 gecesi Andrea Bocelli ve Andre Rieu gibi ustaların gözdesi, “Etterna” ,” Carmine Meo” albümleriyle new age akımıyla operayı buluşturarak tarzını ortaya koyan Fransız soprano Emma Shapplin’in, yeni albümü Macadam Forever albümü tanıtımı için Kuruçeşme Arena’da verdiği konser, boğazın ışıkları ve yaz esintisinin arasında hepimizi neoklasik sesiyle içimize işlemesine neden oldu.
Aşk’ın, ölümün, ruhun, çelişkilerin barındığı yaşamın sıkıntılarına ve kattıklarına dair bir empat derinliğinde şarkı sözleriyle sesinin iniş çıkışlarında birleştiren Emma Shapplin, dansçıların kareografiyle de bu temaları görselleştirmek istemiş. Sahneye takım elbisesiyle çıkan ve konservativ bir müzikalite ile başlayan ve kimi zaman piyano ve gitar sololarına sözü bırakan Emma Shapplin, Kuruçeşme Arena’nın boğazında kısa süreli de olsa taka seslerinin ve oradan yükselen karadeniz müziklerin karıştığı bir konserde, lazer gösterilerinin ve boğaz ışıklarının kattığı atmosferde ruhen bir eksiklik yaşamadığımızı söyleyebilirim.Seyirci sayısının az olmasından sponsorlar ve Shapplin mutlu olmasa da konsere gelenlerin konforu itibariyle memnuniyet vericiydi. Yeni albümü kadar, Spente Le Stelle, Cuerpo Sin Alma gibi eski parçalarını seslendirdiği ve 14. yy İtalyancasına da doyduğumuz konserde, bilinen parçalarda alkışlar artarken, yeni albümündeki parçalardaalkışların yeterli olmadığını ve Emma Shapplin’i memnun etmediğini belirtmekte fayda var.
Seyircinin çok fazla ilgi göstermediği bir konser oldu.
Macadam Flower albümünden bahsedersek, sevenleri gözünde kanımca kalitesinden ve beklentilerden uzak bir albüm olmadığı gözüküyor. Emma Shapplin , bu albümün ismine ve detaylarına dair şu şekilde bahsediyor:
Cımbızla soğuğu çekilmiş dalgaya karşı
mefturuz elbet
çarşafın alın çizgilerinde
deniz kokulu taşlarla sert oynuyoruz oyunu
ölümden bi haber
çıngıraklı normlar koynumuzda
ne süngülü bir tarif çiçeği
ne de onu koyacak kelepçeli bir zarf kalmış aramızda
devinimlerimiz annemizin yüzü
tütünlerimiz edepsizlik tözü
cenup kokuyor desem fena
ya mahçup
kim bilir
belki bir gümüş gözyaşı dökülecek ay’ın yanağında
abiyesini giymiş rüzgarla dönen dünyaya da reva
masmavi tırnaklarına kaçmış
çağ hala karanlık çağ
cezalarımız yapıştırılmış yıldızlara
etraftan gören memnun
görmeyen meçhul
bir bir şahlanacak vaatler kayıp
kadehler dilimize tebeşir
iskeleninse göğüsleri açılıyor
el ele kadının yelkenli kaygıları giriyor
eksik bakıyor adalar
şaire de deva değildir
pohpohlayıcı anılara demir atmak
veya bedeni lütuf gibi sunmak
kelam kaçkındır
anlaşılır bu hangi rüzgardan kalan bulantı
bakılır burçlara ezalı azalı
o değil mi
serseri martılara konmuş ağlarla dibe batıp çıkan
imlası bozuk kusan, gözleri feveran
evvelden de biliyorum
kanılmazmış
yamyam takalara
çatık kaşlı körfezin ruhban okulundan
ışıl ışıl parlayan hayırsız balık pullarına
oysa
müflis bir lahzadan sana kalandır hüda
oysa
hastalıkta ve sağlıkta
hayali bile erekte bir veda…
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda geçmişten gelen bir tiyatro yazarımızın, katip ve Osmanlı içtimai yapısı ve adetleri konusunda incelemesi olan , Musahipzade Celal’in(1868-1959) 1913’de yazdığı oyunu İstanbul Efendisi, günümüz tiyatrosunda seyircinin beklentilerini ve arayışını fazlasıyla karşılık veren ve -tarihi bir tesadüf sonucu- yenilenen Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde izlemenin de ayrı bir keyif verdiği ve Engin Alkan’ın zeka dolu yönetmenliğiyle ilerleyen bir oyun.
Osmanlı döneminde İstanbul Efendisi olan Salveti Efendi’nin kızını evlendirme öyküsünü mizahi bir dilde anlatan oyun, kalabalık kadrosunun tam bir ekip başarısı göstermesinin dışında, Türk/Ermeni ve Rum şarkılardan oluşan müzikalite, dans, kostüm,makyaj ve dekor açısından da doyurucu olduğunu söylemekte fayda var.
Oyuna ilişkin detayları anlatmadan önce, 1932 yılında Darülbedayi dergisinde Mehmet Şükrü tarafından kaleme alınan “Celal Bey’le Konuştuklarım” başlıklı yazısında Musahipzede Celal Efendi’nin oyun anlayışını ve tiyatroya bakışını kendi ağzından dinlemekte fayda var:Continue reading »
“Söylenceyi erkek kurar da, acıyı kadının payına düşürürse, bu mudur erkekliğin yasası?”
/ Dünyanın Ortasında Bir Yer’den
Daha önce Devlet Tiyatroları tarafından oynanan, 24 Mart’tan itibaren Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanmaya başlayan “Dünyanın Ortasında Bir Yer”, kadrosu, ödüllü yazar Özen Yula’nın kaleminden çıkan senaryosu, Gjerg Prevazi’nin koreografisi, Duygu Türkekul’un kostümleri, Can Atilla’nın müziği, oyunun hem yönetmenliğini hem de sahne ve ışık tasarımını yapan uluslararası ödüllere sahip Nurullah Tuncer’in dekoru ve oyunculuğuyla şiirsel ve ışık saçan, Türkçe dışında Rusça, Arapça, Azerice, Boşnakça , Arnavutça ve İngilizce dilleriyle oynanmasıyla farklı bir tragedya deneyimi sunuyor izleyenlerine.
Oyun, çoklu kültürler konusunda, Hans Zimmer’in komposizyonlarından hiç de aşağı kalmayan müzisyen Can Atilla’nın “Mevlana’dan Çağrı” albümünün açılış parçası olan ” Belh” müziğinin temposu eşliğinde, Irgat Kadınlar Korosu’yla şöyle başlıyor:
“Bu dağlar kimin? Emre Bey’in.. Bu bağlar kimin? Emre Bey’in.. Bin yıllık taşlar, düz ovalar kimin? Emre bey’in… Bizim sahibimiz kim? Emre Bey.. Emre Bey’in gönlü kimindir? Ahten’in. Ahten kimdir? Yüzü gülmez hanımıdır Ateş Çiftliği’nin. Derler ki Emre Bey’e bir cana malolmuştur bu yüzü gülmez yüzlü güzel. Derler ki adı Ahten yazar bu yüzüklerde, doğup büyüdüğü yer gibi. Ve yine derler ki iş tutanının söylencesidir hüzün…