“beni en güzel günümde
sebepsiz bir keder alır
bütün ömrüm beynimde
acı bir tortusu kalır
anlayamam kederimi
bir ateş yakar tenimi
içim dar bulur yerini
gönlüm dağlarda dolanır
ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli
ne kış ne yazı isterim
ne bir dost yüzü isterim
hafif bir sızı isterim
ağrılar sancılar gelir
yanıma düşer kollarım
görünmez olur yollarım
hem sevgini hem elleri
önüme ölüm serilir
ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli”
/ Sabahattin Ali – ‘Melankoli’ şiiri
Kıyamet melankolisi üzerine 2011 yapımı Melancholia(Melankoli) filmiyle Lars Von Trier, Alman izole estetizmini öven resim, edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji, bilim, müzik akımlarını bir potada eritirken, diğer yandan Dogville, Manderlay ve son olarak da Antichrist(Deccal) (Film analizi için tıklayınız) filminde olduğu gibi, kendisine göre yobaz dini görüşlere karşı duruşundan geri kalmayarak, senaryosunun odağına taşıyan izlecini bu sefer,” insanların melankolik davranışlarının “dinen günah”” olarak adledilmesine protest bir tavır olarak yakmıştır.
64. Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or ödülü adayı olan film, ödülü, Melancholia’nın senaryosuyla kozmik görüntüler ve makro evrende insan örüntüsüne indirgemeci yaklaşımı irdelemesi açısından benzeşen öğeler taşıyan Terres Malick yönetmenliğinde çekilen “Tree Of Life” filmine kaptırırken, “en iyi kadın oyuncu” ödülüne ise oyuncusu Kirsten Dunst layık görülmüştür. Bu ödü,l 2009 yılında yine bir Trier filmi olan “Antichrist“ filmindeki çarpıcı rolüyle Charlotte Gainsbourg’a verilmişti. Trier’in dengesiz kadın rollerindeki yeni gözdesi olan Gainsbourg, Melancholia filminde de Dunst ile birlikte baş rolde yer alıyor.
Sanat Tarihinin Dağınık Sembolleriyle yaşatılan İdeoloji
“Yüceltmenin dinamiği idealleştirmeyi seferber ederek, depresif boşluğun etrafına ve o boşlukla birlikte bir hiper-gösterge dokur. Bu artık var olmayanın görkem olarak alegorisidir. Altta yatan ve örtük durumdaki var olmayanın yerine ve adına yüce anlam, geçiciliğin yerini alan yapıntı budur.”
/ Julia Kristeva
Trier, Cannes’daki basın toplantısı sırasında, daha sonra özür dilemesine sebep olacak “Hitler’i anladığına” ilişkin ifadeleri nedeniyle oldukça tepki gösterilen ve hatta kovulan bir duruma düşmesinin altında, Alman ekolünün içinde yoğunlukla barınan ve Hitler dönemini de kapsayan “ideloji””, ojenizm”, “paganizm”,” yobaz karşıtlığı”,”sekülerizm” ,”burjuva karşıtlığı” gibi öğeleri filmine de yansıtacağı şekilde el üstünde tutması ve hatta özümsemesi yatmaktadır.
Sadece Trier’e özgü olmayan, örneğin Sartre’nin hocası Martin Heidegger’de de gördüğümüz benzer hayranlık sürecinde olduğu gibi daha sonra pişmanlık arzedecek mi bilinmez, sanat üretimlerine sıklıkla ilham kaynağı olan Hitler-Nazi Almanyası’nın önemli tartışmaların, ideolojiyle beslenen bilimsel, felsefi, müzik ve sanatsal çalışmaların dönemi olduğu da aşikardır.
Senaryo, daha önce Antichrist’teki bölümlendirme tarzındaki anlatım biçimindeki benzer şekilde ancak bu sefer iki kısma bölünerek anlatılıyor: Justin ve Claire. Kirsten Dunst’ın Justin’i, Charlotte Gainsbourg’un Claire rolünü oynadığı, çekimleri İsveç’te tamamlanan filmin bu isimler üzerinden iki aşamaya bölünmesinde, isimlendirmelerde, seçilen müzik ve metaforlarda Trier’in benimsediği değerlerin izlerini, dogma ideolojisini görmek yine mümkün.
Pieter Brueghel – Karda Avcılar ( Hunters in the Snow) – 1565- tuval üzerine yağlıboya
Trier’in melankolisi, Adolf Hitler’in, Friedrich Nietzsche’nin, Sigmund Freud‘un etkilendiği en önemli isimlerden biri olan Richard Wagner’ın 1859 yılında ortaya koyduğu, aşkı idealize eden, mutlak mutluluğun mümkün olmadığını, dizginlenemeyen cinselliği, insanın varoluşunu irdeleyen “Tristan ve Isolde” hikayesini konu alan tamamlanmamış ancak otoriteler tarafından devrim niteliği taşıdığı söylenen bestesi ile açılıyor. Antichrist”de olduğu gibi, Andrei Tarkovsky‘ nın sinema tekniği olarak öncülüğünde ilerleyen ve doğayı ele alan ve de klasik müzikle katıştırılarak sunulan yavaş çekim tekniğiyle, önce Justin’in melankolik beyaz yüzüyle, barok mimari özellikleri taşıyan bir bahçede bir güneş saatinin varlığının vurgulandığını görürken, ekrana akabinde, yine alanında devrim yaratan ve bir çok sanatçıyı etkileyen Hollandalı ressam Pieter Bruegel‘in 1565 yılında yaptığı tablosu “Karda Avcılar” ( Hunters in the Snow) karşımıza çıkar. Ardından ise Justin’in “toprak ana” nın ağaç köklerine gelinliği ile bağlanmış hali, simsiyah bir atın bulunduğu ve de Justin, Claire ve çocuk Leo’nun üzerindeki Melancholia, Güneş, Ay olduğu kare devreye girer. Nihayetinde ise Melancholia gezegeninin trajik bir şekilde Dünya’ya çarpışına “Tristan and Isolde” müziğinin eşliğinde tanık oluruz.
Bu etapta, ilk bölüme ismini veren “Justine” bölümü başlar. Yine Trier’in daha önceki filmlerinde de sıklıkla tercih ettiğini bildiğimiz şekilde hareketli kamera görüntüleriyle, bir limuzinin içinde yeni evlenmiş çift Justine ile Micheal’ı birbirlerine kur yaparken görürüz. Çift, oldukça mutlu bir halde, limuzinle, büyük bahçeli bir malikaneye biraz da geç kalarak girerler. Çifti, kardeşi Claire ve onun kocası John sitemkar olmalarına karşın düğün sebebiyle geç kalmalarını tolere ederek karşılar. Justine ise düğünün mutluluktan şımarmış gelini olarak , düğüne yetişmek için aceleleri olmalarına rağmen, önce sadece kendisinin bindiği ve özlediği atı Abraham’ı görmek ister. Akabinde kendilerini kalabalık düğünün içinde bulur. Erkeklerin smokin, kadınların şık gece elbiseleriyle katıldığı düğünde, Justine’nin boşanmış annesi ile babası, damat Micheal’ın sağdıcı da olan reklam ajansı patronu ve diğer davetliler vardır.
Trier için çiftin bir burjuva düğünü olarak ele alması sebebiyle ,aynı zamanda yapay gülüşmelerin, arkadan konuşmaların düğün ortamında kullandığı seçimleri, paranın güç sembolü olarak üstün tutulduğu sistem eleştirisinin bir benzeri olan, Thomas Vinterberg’in “ilk dogma film” özelliği de taşıyan 1998 yapımı “Festen” filmine bir gönderme olarak da kabul edebiliriz. Keza düğün sırasında, Justine’in babasının yemekteki görgüsüzlüklerinden kaşıkları çalması, uşakla dalga geçmesi, yeni boşandığı ve Justine’in annesine karşı tavırları, Justine’in patronunun düğün sırasında halen kampanyanın sloganı için Justine’i sıkıştırması, ağzından sloganı alması için yüksek maaşla bir stajyer tutması, Justine’in annesinin bu bolluk ve lüks içinde yalnız, depresif bir halde kendini bir odaya kitlemesi gibi unsurlar Trier’in Justine Melankolisi’nin zeminini oluşturur.
Trier’in Justine’i başarılı reklam yazarı,mutlu bir evlilik ve burjuva bir hayatın içinde olarak, bu kıyamet senaryosu içinde yer verdiği melankolik hali, kendisinin senaryoyu yazma ilham kaynaklarına da göz gezdirmemizi gerektirir. Bunlardan biri, Trier’in bir psikoterapi seansında, terapistin depresyona meyilli insanların aslında baskı altında çok daha sakin ve erdemli kalabileceğine ilişkin görüşü dikkate alması, diğeri ise yazıldığında olaylar yaratan ve yine ağır bir ahlak, burjuva ve din eleştirisi barındıran Marquies De Sade’ın “Erdemle Kırbaçlanan Kadın: Justine” kitabının ana karakteri olan ” Justine” karakterinin erdemli ve saf bir şekilde din adamları, tüccarlar tarafından tecavüze, şiddete ve istismara maruz kaldığı durumlar sonrası, kız kardeşinin burjuva tavrıyla ahkam kesen, haklı, statü sahibi ama fahişe olarak Justine’e erdemin bu kirli dünya düzeninde verdiği dersleri dile getirdiği trajik hikayedir.
Zira Justine filmin adıyla örtüşen melankoliye girdiği süreci, çiçeği burnunda kocası Micheal’ın ona şefkat, ilgi ve bonkör hediyelerle yaklaşmasından hoşlanmamasıyla, pahalı düğün pastası seranomisine katılmak yerine yalnız bir şekilde banyodaki küvete kendini bıraktığı küskün ve depresif bir dönem ağırlık kazanır. Aynı zamanda düğünün mükemmel bir malikanede, etrafa gösterişli, pahalı ve kusursuz gözükmesi için organizatörü olan kızkardeşi Claire’nin ve kocası John’un, Justine’in kendi düğününde, düğününe ve etrafa ilgi ve saygı göstermemesinden dolayı ona karşı sabırları taşımaktadır. Ancak Claire, kardeş olmaları nedeniyle içgüdüsel bir şekilde, zaman zaman ondan nefret ettiğini söylese de Justine’in düğünde etrafa rezil olmaması için oldukça fazla çaba sarfeder. Kocası John ise Justine’e, bu düğün için oldukça fazla para harcadığını söylerken, onu mazur görmek için tek şartı olduğu, o da mutlu bir evlilik geçirmesi dileğidir.
Ancak yapay gülüşlerin ve sahte ilgilerin etrafında döndüğü bu düğün içerisinde bir süre tahammül edebilen Justine için düğün düğüme dönüşür ve artık dayanılmaz hal alır. Annesine ve babasına sığınmaya çalıştığında samimi karşılık bulamaması dışında, patronunun stajyere kendisinin slogan bulması için baskı uygulatması, kocası Micheal’ın gerdek gecesi heyecanı, Justine için sahte ve sevilmediği bir dünyada yaşadığının göstergeleridir. Bu onu iyice melankoliye sürüklerken, stajyerle bahçede ulu orta cinsel ilişkiye girecek kadar dengesizliklerinin daha da artmasını sağlayacaktır. Trier, çoğu insanın bu kadar imkan ve lükse sahip olma isteğinin olduğu bir dünyada Justine’nin melankolisini filmde, ressam, sanat, bilim ve felsefe dünyasından etkilendiği isimler ve düşünceler gibi meşrulaştırmak istemektedir. Kaldı ki Justine’in anlam arayışında, çıkışa dair yönetmenin öznel ideolojisini de temsil eden metaforların öne çıktığını görürüz. Justine bu kadar baskı altında, ruhen nefes almak için kendini kütüphanesi olan bir odaya kilitleyecektir. Justine, odadaki açık kitapların içindeki Kasimir Malevich‘in 1916 yılında yaptığı “Süprematizm” resmi gibi optik görüntüye önem vermeyen, doğadan uzaklaşma amacı üzerine manifestolarla beslenen soyut resim, konstruktivizm özellikleri taşıyan resimleri yere atarken, anlamlı bulduğu tabloları gözünün önüne koyacaktır. Trier’in bu film için seçimlerini irdeleyecek olursak; Pieter Brueghel‘in “Karda Avcılar” (Hunters in Snow) manzara resmi ve manastır yaşamını, çalışmayı hicveden ve zevkin ve hayallerin övüldüğü düşler diyarı Cockaigne diyarını 1567’de tasvir ettiği ” Cockaigne Diyarı (The Land of Cockaigne) varken, barok resmin öncüsü olarak, maniyerizmin karşısında devrim yaratan ve gerçeğe duygusallık ve renklerle yaklaşma gayesindeki depresif resimleriyle bilinen Michelangelo Merisi da Caravaggio‘nun “Goliath’ın başıyla Davud“(David With Head of Goliath) resimlerine ve Trier’in Dogville, Antichrist gibi filmlerinde sıklıkla kullandığı imgelerden biri olan ve filmin posterinin de ilham kaynağı John Everett Millais‘in 1852 yılında yaptığı Shakespeare’nin “Hamlet” eserinden esinlenerek yaptığı ve aşk acısıyla melankoliye sürüklenerek şiirsel bir intihar diliyle hayatına son veren hikayeyi anlatan Ön-Raffaelit resimlerin en bilindik eseri olma özelliğine sahip Ofelya(Ophelia) resimlerine yakın çekimler, Justine’in tıpkı bu ressamların ideolojisinde olduğu gibi “hayatın gerçek anlamına” melankolik olarak Trier gözünden yaklaşma gayretidir ki bir yandan da soyut anlatımcılığın 19. yy. sonrası sanayi devrimi ile birlikte burjuva kesiminin içinde yaygınlaşmasına ilişkin içi ve duyguları boşaltılmış entelektüelizme karşı bir eleştiridir de.
Kasimir Malevich – Süprematism – 1916
Kasimir Malevich – Süprematism ( Oto Portre) – 1915
Pieter Brueghel – The Land of Cockaigne – Cockaigne Diyarı – 1567
Michelangelo Merisi da Caravaggio – “Goliath’ın başıyla Davud” (David with Head of Goliath) -1610
John Everett Millais – Ophelia-1852
Lars Von Trier’in Ophelia imgesine sahne olan filmleri
Justine’in dünyası gitgide karartı ve yalnızlıkla dolarken, kocası, babası, annesi ve düğün kalabağı tarafından bu melankoli sonucu terkedilen ve konuşulmak istenmeyen kişi konumundaki Justine, sabah kız kardeşi Claire ile birlikte at gezintisine çıkar. Justine, bu gezinti esnasında Claire’e, filmin başlangıcında düğüne yetişirken gökyüzünde dikkatini çekmiş olan Samanyolu’nun en parlak yıldızı Akrep takımyıldızındaki Antares Yıldızı’nın artık gözükmediğini söyler. Trier’in gözünde filmin 2. bölümünün adı olan “Claire” bölümünde melankolik devinimin Justine için bitmek üzere olduğu, Claire için ise başladığı bir mihenk taşıdır bu. Artık Dünya için tehlike barındıran Melancholia gezegeninin Dünya’ya çarpıp çarpmayacağı belirsizliği Claire için endişe verici bir hal almıştır. Kocası John, teleskobuyla gözlemler yapan birisidir ve bilim dünyasının hesaplamalarında yanılmayacağını, Melancholia gezegenin Dünya’nın yanından çarpmadan geçip gideceğini bunun bir gökyüzü şöleni olduğunu, keyfini çıkartması gerektiğini söylerek Claire’yi teskin etse de, Claire , John’un internetten araştırma yapmasını yasaklamasına rağmen , internet sitelerinde kıyamet teorilerini okuyarak endişesini daha da arttırmaktadır. Ahırlarındaki atlar huysuzlanmakta, Akrep Takımyıldızı’ndan kopup gelen Melancholia’nın parlak mavi yüzü gitgide dünyadan gözle görülebilen bir hale gelmektedir. Geceleri huzursuz bir şekilde Melancholia’nın parlak ışığına bakarak geçiren Claire’e karşın Justine ise Melancholia gezegeninin ışığında çırılçıplak güneşlenecek kadar kıyametin güzelliğinin bir parçası olmak istemektedir. Justine için bu kusursuz bir görüntü olması dışında, Dünya için söylenen tüm kötülüklerin son bulması açısından da tarifsiz bir hazdır.
John, Claire’i araştırmalara kanmaması şeklinde teskin etmeye yönelik sözler sarfederken, bir yandan Melancholia’nın yaklaşmasından dolayı, Claire’den gizli hazırlık da yapmaktadır. Oğulları ise bir gözlem sırasında metal çubuktan Melancholia’nın yaklaşıp yaklaşmadığını anlatan bir alet yapmıştır. Claire için, bilimsel söylemlerden, kocasının onu tek kaynak olarak tutmasından, etraftan uzak bir malikanede “bilgisizliğin” getirdiği endişeyle melankoliye sürüklenirken, bu alet onun için bizzat kendisinin ölçüm yapabileceği bir araç olacaktır.
Claire olası bir çarpma durumuna karşın, çarpışma gerçekleşmeden zehirli hapları alarak intihar etmeyi düşünecek kadar endişelidir. Son anlara yaklaşırken, artık malikanelerinin uşağı ilk defa uğramamayı yeğlemiştir. Justine ise Claire’in endişeli gözlerine karşı, kıyamet anında “başka bir dünyanın” olmadığını, bundan emin olduğunu, sezgileri böyle söylediği için doğru olduğunu, Dünyanın ise kötü bir yer olduğu için artık sonunun geldiğini belirtir. John da son yaptığı hesaplamalarla bunu doğrularken, kimseye haber vermeden Claire’in aldığı zehirde hapları kullanarak ahırda intihar eder. Artık Claire, oğlu ve Justine kıyameti John’suz karşılayacaktır. Claire, perişan ve çaresiz haldedir. Justine’den ilgi, yardım ve şefkat beklerken, son anlarını şarap ve yine müzmin melankoliklerden Beethoven’ın 9. senfonisi eşliğinde hep beraber geçirmeyi istediğini söyler. Justine ise bunun anlamsız ve gereksiz bir istek olduğunu söyleyerek tersler. Justine, Claire’in oğlunun saf, korku dolu endişelerine ise beraber ağaç dallarından yapacakları “sihirli mağara” sayesinde karşı koyacaklarını söyler. Trier’in böyle bir son ve karşı duruş seçmesinin sebebi, kuşkusuz Platon’un mağara alegorisine gönderme farzedilebilir. Dünya denen kötülüklerle ve yapaylıklar dolu ortamı yaratan insanoğlu’nun, artık mağaranın dışına çıkıp, gerçeği, anlam arayışını, neyin insanlık açısından yararlı, faydalı ve gerekli olduğunu bilip, mağaranın içindekilere bunları anlatması sayesinde “insan” bilgeliğine ve hayatın anlamına kavuşacağıdır. Platon’a göre hayatın anlamı, anlamakla gerçekleşmez, onu mağaranın içindeki insanlarla paylaştığında ve bu anlamın kollektif bir bilinçte oluşmasını sağladığında tamamlanmasıdır!
Homeros’tan Dürer’e, Freud’dan Nietzsche’ye Trier’in savunduğu 4. Günah Melankoli
“Yasta dünya zavallı ve boş görünür,
melankoli de ise egonun kendisi”
/ Sigmund Freud
Ortaçağ’ın karanlık ve yoz günlerine karşı Trier’in neredeyse her filminde yaptığı Hristiyan teolojisi eleştirisi, Melancholia’da yine anlam kazanmaktadır. 7 ölümcül günahtan 4.’ncüsü olan(acedia) Melankoli, Klise tarafından Tanrı’ya olan kuşkuyu ve bireyci bir anarşizm tavrını simgelemesi nedeniyle tasvip edilmeyen bir durum idi. Psikanalist, yazar, düşünür ve Lacan’cı yaklaşımlarıyla tanınan Julia Kristeva bu dönemi şöyle yorumlar:
“Varlık’ın gerçek yapısının eşsizliğini açığa çıkaran bir unsur ve sınır durum olarak kabul edilen melankolinin bu görünüşü Ortaçağ’da büyük bir (değişime) uğrar. Bir taraftan Ortaçağ düşüncesi geç Antik çağın kozmolojilerine geri döner ve melankoliyi ruhun ve düşüncenin gezegeni Satürn’e bağlar (…) Diğer taraftan Hıristiyan Tanrıbilimi hüznü bir günah haline getirir.”
Homeros destanlarına kadar giden bir tarihe sahip melankoli kavramı “kaygı ve hüzün uzun sürerse eğer, melankolik bir durumdan söz edilebilir” gibi bir tarife Hipokrat ile kavuşmuş ve Aristo’ya kadar melankolinin khole(Safra) ve melas(kara) sözcükleriyle türetilen kelime anlamıyla “kara safra bozukluğu” olarak bir hastalık olarak tanımlanacak kadar da tıbbı bir karşılığı olmasına rağmen, din çevrelerince bunu bir günah olarak sıfatlandırılmıştır.
Trier’in film esnasında bir çok gönderme yaptığı melankoliyi öven ressamların dile gelme başlangıcını hümanist düşüncenin ağırlık kazandığı Rönesans olarak kabul etmek gerekir. Yas, Sonbahar, Yalnızlık, Ölüm, İntihar, Uzaklarda Kendini Arama, İçsel Dönüşüm, Gerçeküstücülük ve Romantizm gibi bir çok olgunun da sanat tarihinde önemli eserler üretmesine yol açmıştır. Edebiyat yazınında da Kafka, Dostoyevski, Baudelaire, Mayakovski, Ahmet Haşim gibi melankoliklerini bir iç dünya sancısı olarak eserlerine yansıtmış bu “hal” in depresyona dönüşmesini Susan Sontag, “melankolinin, cazibesini yitirmesi” olarak ayrıştırırken, Freud’un “Üzüntü ve melankoli” makalesinde, Trier’in de ilk bölüm olan “Justine” bölümünde anlatım diline döktüğü şekilde bu depresyon ve melankoli ayrışması şöyle anlatılır:
“Hastanın kendi kendisine yönelttiği kimi suçlamalarda da yine hak veririz kendisine, onun gerçeği melankolik olmayan kişilerden daha doğru bir şekilde kavradığını görürüz. Aşırı bir özeleştiriye başvurup kendisini kılı kırk yaran, bencil, içtenlikten yoksun bir insan gibi gösteriyor ve bu insanın her zaman varlığındaki kusurları gizlemeye çalıştığını söylüyorsa, bu onun kendi kendini tanıma yolunda hayli ilerlediğini kanıtlar. Bu durumda, insanın kendini tanıma uğraşısına yönelmesi için ne diye ilkin hasta olması gerektiğini sormamak elde değildir.”
Depresyondan ayrışan bu duruma ilişkin Constance Marie Carpentier’in 1801 yılında yaptığı “Melankoli” (Melancholy) resmi, aynı zamanda dönem içerisinde eleştirmenlerin, kadının soylu olduğu aşikar bir kıyafet taşırken, diğer yandan boynu bükük ve bezgin bir halde doğanın içinde yansıtılması, Trier’in de doğanın içindeki kadın-erkek figüründe kadının melankoliye, erkeğin akla yakın olduğu görüşlerini destekler niteliktedir ki sanat tarihinde edebiyat yazını hariç, ressamların melankolide daha çok kadın figürünü benimsediğini, cinsel cazibeleri dışında, duygusal ve nesnel bakış açılarının da baskın olduğu görüşünün referans alındığını söylemek gerekir. Zira kadın hayatının temel dinamiklerinde bulunan, Trier’in çok iyi gözlemlediği gibi, adet görmeden, bakireliğe, hamilelikle birlikte vücudundaki canlıdan kopma sürecinin başlaması, menopozla doğurganlığa veda etmesi gibi süreçler nedeniyle melankoliyi kadını sık sık örtüştüren bu biyolojik nedenler hep, Freud’un tanımlamasıyla egoya saldırı olarak zuhur eden ve melankoliye yol açan “kayıp nesne” nin taşıyıcısıdır ki Hristiyanlıkta günaha teşvik eden Deccal ile kadının çoğu düşünür, sanatçı ve bilim adamı tarafından özdeşleştirilmesi bu açıdan tesadüfi değildir.
Constance Marie Charpentier – Melancholy – Melankoli -1801
Trier’in Hitler Almanyası’ndaki Nazizm estetiğine karşı hayranı olduğu savının Martin Heidegger’de de bulunduğunu belirtmiştik. Felsefenin yaratıcı eylem olarak melankoliden beslendiğini belirten Heidegger’in ;
“Varolma,.. kendi hükmetmediği fırlatılmışlığını taşır
Varolma şu anlama gelir: Hiçin içine bırakılma…
Hiç köklü bir şekilde açığa çıkarılmaksızın,
Kendi olma da özgürlük de yoktur”
diyerek özetlediği, ancak trajik ve melankolik insanın hiçlik sınırına ulaşabileceği düşüncesine karşılık, “evrenin ancak akılla kavranabileceğine” ilişkin Descartes’le başlayan rasyonelist düşünce biçimine karşı çıkan fikirleri, bireyi merkeze alma ve Trier gibi, Hristiyan teolojisinin çöküş ve yozluk içinde olduğunu belirten düşünceleriyle bilinen düşünür Soren Kerkagaard’ın, Heidegger‘in özetlediği düşüncesiyle benzeşecek şekilde, bu hiçlik içerisinde haklı bir varoluş mücadelesi olduğunu şöyle belirtmektedir:
“Yaşayan insanlarla birlik olmadan, üzüntü ve neşelerini paylaşmayan biz; hayatla ayrı tellerden çalan, bu yüzden de gecenin sessizliğinde bir araya gelen yalnız kuşlarız, yaşamın kederi, günün uzunluğu ve zamanın sonsuzluğu bizden sorulur; biz, sevgili Symparanekromenoi, aptalların sevinç ve mutluluk oyunlarına inanmayanlarız, biz mutsuzluktan başkasına tapınmayanlarız.”
Kant ve Rousseau gibi düşünürler, kadını, sırf melankolik boşlukları nedeniyle akıllarıyla kavrayamacağı ve bu nedenle evren algısının zayıf olduğu düşüncesini benimser. Trier’in aslında, Antichrist filminde olduğu gibi, sanılanın aksine kadın düşmanı yerine kadın nesnelliği düşmanı olarak nitelendirmek, Melancholia filminde de görüleceği üzere, aklın kavrayışıyla, evrenin ve kendinin algılanmasında, kadının bilgeliğe melankoliyle ulaşacağına dair bir övgü de söz konusudur. Bunalımlar, siyasal savaşlar, psikolojik tatminsizlikler ve duygudurum bozukluklarına yol açan travmatik devrim geçişleriyle “insan” ın kendi içindeki değerler karmaşasında yüz araması , Justine’in Melancholia’da sanat tarihini de bildiği bir reklamcı rolünde bunaltısını, ölümünün nedeni olacak gezegenle tıpkı Romantizm akımında olduğu gibi romanesk bir aşk yaşamasına sebep verecek bir dinginlikle karşılayacağı melankolinin iki farklı ruh hali yansımasını ortaya çıkartacaktır. Film, Claire’nin, elit bilim adamlarının burjuva hayatına geçen, halktan kopan ve felsefede rasyonelizmin sezgisel düşlemi yok eden bir hali sembolize eden kocası John’un teskin edici ve yukarıdan bakan tavrı ile, Justine’nin sezgisel “bilme ve varoluş” hali arasında bocalayan Claire, dünyanın bulunduğu durumu anlatmaktadır.
Arada kalmışlık, rasyonelizm ve “sezgisel bilme” hali yetkin bir matematikçi olan Hayyam şiirlerinde de görülebilecek bir insan evrimini de anlatır. Araf duygusunun içinde kalan insanın sekülerizm içinde bilimden medet bulması, buldukları karşısında da “sezgisel varoluşa” yönelik bir melankolinin içine kapıldığı ve dünyayı boş bir hülya olarak değerlendirmek, Trier’in melankoliyi niye savunduğu ve üretim hattı ilham perisi olması dışında kendine vardığı anın değerini anlatır cinstendir.
Sürecin devinimiyle gelen evrimin sanatta yansımasını şekil değiştirmesini, bilinçdışını, düşü, cinnete varan ruhsal karmaşayı konu alan Leonardo Da Vinci, Botticelli, Bosch, Brueghel, Blake, Goya gibi sanatçıların yapıtlarında gözlemlemekteyiz ki Marquis De Sade, Lautrement, Rimbaud gibi sanatçıları neden sürrealistlerin onları öncü olarak ele aldığını da açıklama gereğini ortaya koyar. Sürrealistlere göre Avrupa’nın tüm dini, ahlaki, aile anlayışı, devletçi sistemi yıkılmalı, mantık devre dışı bırakılmalı, onun yerinde Freud’un öne çıkardığı bilinçdışı, düş, çıldırma, melankoli hali ve libido egemen olmalıdır. Dünyanın günümüzde de bu süreç deviniminde yetersiz kaldığı aşikardır. Zira Andre Breton‘un akli dünya ile sürreal dünya arasında yaşan çatışma ve çıkmaz sokakların çözümüne ilişkin, henüz insan doğasına bütünsel olarak nüfus ettiği bir dünya sisteminin oluşmadığını gösterdiği şu hayali mevcuttur.
“Ben, birbirinden bu kadar zıt şekilde farklı olan iki durumun, -hayal ve gerçeğin- gelecekteki çözümlenmesine gerçek üstünün bir çeşit gerçek olarak çözümleneceğine inanıyorum”.
Trier’in “Melancholia” sı Marduk kehanetinde (bknz: Zecharia Sitchin- Onikinci Gezegen) de geçen kıyametin bir gezegen çarpışması sayesinde geleceği fikri, mevcut insan psikodramasına karşılık vereceğine ilişkin bir irdelemeyi de günümüz insanların da sorguladığı şekilde da taşır. Makro evrendeki “normal” bir çarpışmanın , konu maruz kalanın ne şekilde duyguları ürettiğine baktığımız o evrende ne denli büyük bir yıkımın habercisi olduğu gerçeği mevcutken, “sihirli mağara” gibi bir kurtuluşa sığınış da, Trier için “Tanrı” yerine tercih edeceği ve bu bilinçle anlam kazanan bir kavuşma sahnesidir.
Pieter Brueghel’in “Karda Avcılar,” , “Cockaigne Diyarı” gibi resimlerine filmde çok fazla odaklanmamızı istemesi de Trier’in ipucu verme gayesinden öte bir yaklaşımın lokomotifi olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Brueghel, din dışı resmin üstadı olarak ün yapan, sonbaharın ve kışın hüznünden beslenen, özellikle köy hayatı tasvirlerinde melankolik bir halde, sanat tarihçisi Venturi’nin tabiriyle “küçük kişilerin kırılganlıklarının doğanın sağlamlığına dayadığı“, öpüşen, sevişen, süslü olmayan, ideal yaşamın “izm”lerinden uzak bir hayat sürmeyi resimlerinde konu eder. Oysa Rönesans melankoliyi, sadece doğa ve kır yaşamı üzerinden savunmamıştır. Trier’in resim seçimlerinde de Brueghel, Caravvaggio, Millais ön plana çıkarken, Leonardo Da Vinci’yi, Michelangelo gibi bazı sanatçıları melankoliyi övmelerine rağmen filminde bir metafor olarak yer vermemesi anlamlı bir tercihtir. Zira melankoli aynı zamanda dinin ve bilimin yücelik konumundan beslenen bir duygu olarak da karşılık bulmuştur.. Rönenans tarihçilerinden Symonds bu dönemi şöyle anlatır:
“İnsan bedeninin kendisinin de asalet taşıdığını ve sabırla incelenmeye değer olduğunu anlamıştı. Sanatçı nesnesinin, kutsal efsaneye saygı ve adanma duygularını resmin güzelliği ve aslına uygunluğuyla birleştirmeye başladı. Ressam çıplaklığı çalışmaya başladı; insan bedenini her pozisyondan resimliyordu. Elbise ve kumaşları düşledi, tavırlar geliştirdi, figürlerin hareketlerini ve yüz ifadelerini seçtiği konu ve modellere uyguladı (…) Madonna ve oğlunu yaşayan insanlar gibi çizerek, Hristiyan tarihini dramatize ederek, Kilisenin ilkelerinin yerini sessizce güzelliğe duyulan sevgiyle ve gerçek hayatın ilgi alanlarıyla doldurdular. Azizler ve melekler, fiziksel mükemmeliyetin sergilenmesi için birer fırsat oldular; “un bel corpo ignudo”nun kompozisyonlara girmesi, Magdela’nın sulandırılmasından daha fazla önem taşır oldu. İnsanlar böylece bu kalıntıların arkasına bakmayı ve ona ifade veren güzel biçimlerdeki dogmaları unutmayı öğrendiler “
Kuşkusuz Lars Von Trier’in filmine esin kaynağı olan , filmin başındaki güneş saatiyle bir gönderme yaptığı ama filmde hiç göstermediği en baskın imge, Albercht Dürer‘in, -sanat, psikanaliz ve astroloji düşüncelerinde Satürn gezegeniyle ilk bağdaştırıldığı yer olmamasına rağmen- Satürn’ün melankoli kavramıyla anılması kadar önemli bir rol oynayan 1514 yılında yaptığı ünlü eseri “Melankoli I” (Melancolia I) gravürüdür. Serol Teber, “Melankoli” adlı kitabında, bakabilen için, bu eserin açık uçlu bir düşünce alemine sürüklediğini şöyle anlatır:
“Dürer’in,bir geometri teoremi, bir matematik denklemi gibi kurduğu bu gizemli evren, yapıldığı günden beri –beş yüz yıla yakın bir zamandır -kendisine bakan tüm yorumculara da yeni teoremler ve denklemler kurma olanağı sunmuştur. Başka türlü bir söylemeyle, Dürer’in bu yapıtı sanat tarihinin bir sorunu olmuştur… Umberto Eco Melencolia Ι için açık yapıt,sonluluk içinde sonsuzluk, tamamlanmışlık içinde bir tamamlanmamışlık içermektedir; bu yapıt yorumculara emanet edilen,tamamlanmış gibi görünen tam bir açık yapıt örneği sergilemektedir.”
Rönesansın melankoliyi özümsemede ne kadar önemli olduğunu ve günahtan arındırılması gerektiğine ilişkin düşüncesinin açtığı ufuklara da değinme noktasında, tıpkı Brueghel gibi, hümanist düşüncenin temsilcilerinden biri olarak anılan Dürer’in çağdaşlarından Marsilio Ficino, melankolinin “varma ” noktasında ne kadar güçlü bir duygulanım olduğunu belirterek, Dürer’in gravürünü de anlamamıza yarayan bir yaklaşımı ortaya koyar:
“Bilge kişilikler, ruhsal huzursuzlukları, hüzünleri acıları felsefi deneyimleriyle bilinçli olarak algılamaya başlarlar. Felsefe bu tür acılı bilinçlenmeyle başlar. Ve bilinçlenmenin artmasıyla da ruhsal acı duygusu yoğunlaşır. Ancak, bu acıyı aşmanın tek yönü de, bu bilinçlenmeyi geliştirmekten geçer.”
Albercht Dürer – Melancolia I – Melankoli I
Dürer’in melankolik düşüncedeki yaratıcı kişilik faktörünü betimleyen bu gravürün toplumbilim açısından yarattığı farkındalığı yine Teber’in “Melankoli” adlı kitabında bulabiliriz:
“Albrecht Dürer döneminde, insanların Satürn gezegeninin yaydığı aura’nın etkisiyle melankolik olduklarına inanılmıştır. Kant’tan Hegel’e uzanan düşünce sürecinde, melankolinin nedeninin insanın doğasından ya da gökyüzünden gelmediği, tam tersine, baskıcı toplumsal norm sistemlerinin içselleştirilmesinin insanları melankolik yaptığı vurgulanmıştır. 19. yüzyılda melankolinin nedenlerinin toplumsal koşullar olduğu anlaşılmaya başlandıktan sonra insan, artık ‘asıl oyun yeri’ olan dünyadan ve toplumlardan kaçmaya başlamıştır”
Dürer’in gravürü, melankolinin, hayal etme yetisine aklın ve bilimin olanaklarından da daha fazla katkıda bulunduğunu anlattığı resimde , kanatlı kadının etrafında güneş saati, kum saati, çan, sayı dörtgeni, terazi, cetvel gibi ölçüm aletleri, para kesesi dışında, elinde kapalı bir kitap ve sağ elinde de bir pergel tutmasına karşın tüm bu nesnelere karşı ilgisiz bir halde kara kara düşünmektedir. Arkasında bir yarasa “Melancholia I” yazısını taşırken, zamanın bir göstegesi olarak duvardaki yarım kalmış kum saati ölüm saatini haber vermesi beklenen çan bulunmaktadır. Arkada ise Satürn gezegenine dair bir parlama mevcuttur.Yanına kıvrılan köpek sakin bir şekilde durmakta iken, eleştirmenlerden bazıları bu durumu “sorunlarıyla mücadele eden bir insan ruhunun bilinçli hüznü ile uyuklayan köpeğin bilinçsiz ıstırabı” olarak yorumlamışlardır. Felsefe tarihçisi Frances Yates, gravürde duvara çizilmiş bir şekilde gözüken sayı dörtgenini şöyle yorumlamaktadır:
“Bilim adamları melankoli figürünün arkasındaki duvarın üzerinde bulunan ve bir sayı düzenlemesini içeren dörtgenin, sayısal düzenlemesi aracılığıyla Jüpiter etkilerini aşağıya çekmek için tasarlanmış büyülü bir Jüpiter dörtgeni olduğunu ortaya koymaktadırlar”
Dönemin, din , ahlak, erdem, matematik, tanrı gibi konuların tümüne ilişkin sembollerle bir denklem sunan gravür, diğer yandan, kadın figürünün tüm bilimsel gözlem ve ölçme olanakları etrafında iken, Adorno’nun dile getirdiği gibi “yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağını” fark eden bu duygu, bu başarısızlık ve yıkıntıda Justine’in yaşadığı bir aydınlanma anı olarak da olumlanabilir.
Hristiyanlıkta çarmıh kültürü ile gelen acı imgesinin edebiyat, sanat ve bilimdeki yansımalarına ilişkin acıyı övme ve insanı duygulardan arınmaya dair vicdan duygusu, Trier’in çok net ve direk olarak karşı durduğu bir görüştür. Filmlerinde “bilen ama ölü erkek”, “bilge ama melankolik kadın” ölüm ve yaşam simgesinin katışık tarifi olarak Nietzsche’den geçen bir oluş sürecinde yeri yoktur. Freud’un tabiriyle “egoya geri çekilen libido” sahibi insanı, melankoliyle başlangıca döndürdüğünü söyleyerek melankoliyi kavramsallaştırma perspektifinde, Trier’in ilk bölümde çizdiği Justine’nin, kendi dünyasında “eksilen”, “değersizleşen”, “suçlu” ,”kaybetmiş” iken Claire’nin sabırlı, aile bağlarıyla beslenen şefkatli desteğiyle ayakta kalmaya çalışan egonun, libido nesnesini çarpacak olan gezegende aramasının tavrıyla biliçdışını yabancılaştırmadığı alana egosunu yönlendirmeye çalışması, 2. bölüm Claire dünyasında da ses bulur. Adem ve Havva’nın işlediği günah ile Dünya’ya gelmek ile cezalandırılmış kadının ve erkeğin doğanın içinden çekilip alınması, Trier’in pagan dünyasına Hitler, Wagner ve Nietzsche gibi sempatiyle bakmasına bir sebeptir. Filmde kullanılan Wagner müziğinin teması olan “Tristan ve Isolde” aşk hikayesinin de bu açıdan tesadüfen seçilmediğini düşünmek gerekir. “Tristan ve Isolde” aşk hikayesi, Pagan Kelt mitoslarının bir türevidir ki paganlarda Trier’in sıklıkla ön plana çıkardığı dürtülerin övülmesi söz konusu iken, Hristiyanlarda her daim bir cehennem felaketi, , acının yozlaşması, bireyin aidiyetinden çıkmasına sebep verdiğine dair eleştiri karşımıza çıkmaktadır. Klisenin aşkı ile Eros’un aşkı bu nedenle farklıdır ve Dionysos adıyla düzenlenen şenliklerde gözlerin yüreğe gönderdiği mesaj olarak başat bir sevgi türü olarak paganizmde yer bulmuş iken, Hristiyanlık ise kutsal evlilik bağı gibi bir kuralı ve ağırbaşlı ve erdemli olan sevgiyi, aşkın bir zorunluluğu olarak, paganizmdeki aşk kavramının etrafına kalın duvarlar örmüştür. Brueghel gibi ressamların da benimsediği şekilde, pagan kültüründe amaç sevginin kendi neşeleri ve acısıyla inceltici, yüceltici, öğretici gücüyle parçalanan yüreğe getirdiği üzüntü, sevinç, tatlı, acı ve ızdırablı varoluş melodisiyle doğrudan yaşam deneyimi salık vermesidir.
Kitle kültürü içerisinde, teknolojiyle ve bilimsel gelişmelerle metropol hayatının içerisinde yalnızlaşan, doğasına yabancılaşan ve etrafı metalarla çevrili negatif bireyselci özgürlük düşüncesiyle ile Trier’in üstünde durduğu “pozitif bireye dönmek” düşüncesi oldukça farklı tanımlardır. Rönesans döneminde melankoli, yaratıcılığın, varlığın , doğanın içinde “oluş” un besleyicisi iken, Hristiyan teolojisinde ve modern toplumda, melankolik insanların “hasta”, “anlaşılmaz”, ” adapte olamayan” ve bir günah işler gibi davranılarak ötekileştirdiği bireyselleşme olgusu karşıt iki anlam ifade ederek dönüşüm geçirmiştir. Kierkegaard, bu yabancılaşma duygusunu şöyle anlatır:
“Kuşbeyinli insanlar sürüsü, birbirinden ayrılamayanların kalabalığı bu gereksinimi o kadar az hisseder ki muhabbet kuşları gibi yalnız kaldığı an ölürler. Ama ne Antikçağ ne de Ortaçağ bu yalnızlık gereksinimini göz ardı etmiyordu, ifade ettiği şeye saygı gösteriliyordu. Çağımız sonu gelmeyen toplumsallığı ile yalnızca suçlulara uygulamayı bildiği yalnızlık karşısında titremektedir. Günümüzde kendini ruhuna terk etmek suçtur ve o halde yalnızlığın aşığı insanlarımızın suçlularla birlikte ve aynı kategoride sayılmasından daha normal bir şey yoktur.”
Aynı şekilde Kierkegaard’ın, Heidegger ile benzeşecek düzeyde, varoluşsal gerçeğe ulaşma noktasında melankolinin zorunlu bir teskin “icadı” olarak da anıldığı ve bir yönelim kaynağı olarak gördüğü düşüncesine psikanalist Erich Fromm da katılır ve günümüz insanının içindeki uygarlaşmadan kaynaklı büyüyen karanlık dünyasının anlattıklarına ışık tutar:
“İçinde yaşadığımız çağda insanlar başlarına gelen hiçbir şeye etkide bulunamayacaklarına, hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerine, her şeyin bugün nasılsa öyle yaşanacağına dair sarsılmaz bir inanç içindedir. Bu öğrenilmiş çaresizlik içindeki insan için artık hiçbir şey önemli değildir. Ne gelenek, ne etik ne de değer yargıları ne de gelecek. hiç bir şey. İnsan kendini dış güçlerin kurbanı olarak görür ve kendini can sıkıntısının kucağına bırakır. Parası olan şehvete, olmayan şiddete koşar “
Tüm bunlar Melancholia’da, Trier’in anlatmak istediği yapbozun parçaları olarak, didaktik anlatım yerine, izleyiciye sezgisel algılarıyla bu sembolleri aşılayan bir duruş olarak yer bulur. Aslında edebi ve eklektik bir uzam taşımasıyla bildiğimiz, dayatılan tüm postmodern kavramlara karşı insanı varoluşsal anlamını bulma yolunda direnmeyi, melankolisine sahip çıkmasını ve kendine “sihirli bir düş mağarası” yaratarak kurtuluşa ermesini kendinden önceki temsilcileri gibi arzulayan Trier, bir sinema düşünürü olarak, Melancholia’yı izlemeyerek, sükunet içerisinde büyüttüğümüz ve bu “kötü Dünya” da türlü badireler atlatan delirmişliğimizi aydınlanma feneri olarak kullanmamızı istemiştir.
Uzun zamandır böyle bir film eleştirisi okumamıştım. Fazlaca birikim gerektiren bir yazı olmuş. Anlayamadığım yerler var hala ama araştıracağım, benim de bir katkım olsun isterim. Elinize sağlık.
Teşekkürler Serkan bey, yeni yaklaşımlar, eksik bıraktıklarım olursa katkınızdan memnuniyet duyarım.
Hayatımda okuduğum en birikimli eleştirilerden bir tanesiydi, film dışında felsefe hakkında aklımda olan bir çok soruyu da cevapladınız ellerinize sağlık başka eleştirileriniz varsa okumak için sabırsızlanıyorum.
teşekkürler Alp Bey, bu yazının altındaki ilgili yazılar bölümünden Depresyon Üçlemesi’nin diğer 2 film eleştirisi mevcut, sinema eleştirileri ise sağdaki ilgili kategorilerden ulaşabilirsiniz. Vakit buldukça yazıyor olacağım.
Reha Bey, böyle bir film eleştirisi yazdığınız için size minnettarım. Öyle olmakla beraber, sizden ricam, kurduğunuz cümlelerin biraz daha anlaşılır olmasına özen göstermenizdir, teşekkürler.