“Nasıl ki ölümü hesaba katmayan yaşamlar yaşayan insanların yaşamları anlamsızdır
– aynı şekilde,
ölüme bilinçle giden yaşamlar yaşayabilen kimi insanlar,
yaşamlarının son anlarıyla,
ortaya yoğun anlam birimleri koyabilirler.”
/ Oruç Aruoba – De Ki İşte’den
40’ı aşkın ülkede Matruşka, Boyacı, Helikopter, Kördövüşü, Sabahattin Ali, Che Guevera ve Şapka gibi oyunlarının sahnelendiği toplumsal ve bireysel sorunlar üzerine yazdığı oyunlarla adını söz ettiren oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu’nun, çığ tehlikesi baskısı altında yerleşen korkunun töreyi,otoriteyi kurumsallaştırmasını sağlayacak şekilde itaate dönüşmesiyle, bu vesileyle altında ezilen insani unsurların suskunluğu tandansıyla kurguladığı ve 2002 yılında basılmış“Çığ” oyunu, Cücenoğlu’nun 40. sanat yılını kutladığı 2011 yılında, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tiyatro sanatçısı,yönetmen,oyuncu,çevirmen ve tiyatro eğitmeni, Requiem, Eğri Büğrü gibi yabancı oyunları Türkçe’mize kazandırmış Kemal Başer’in yönetmenliğini, Özge Ökten’in dramaturgluğunu ve Can Atilla’nın müziklerini üstlenerek oynanmaya başladı.
70 kuşağı yazarlarından Tuncer Cücenoğlu’nun yalın bir dille karakterlerine hayat vermesi ve mekanla veya toplumsal, ideolojik veya bireysel bir sıkıntıyla daraltılarak ve bu baskı sayesinde kontrol altında tutulmak istenen insani duygulanımın engellenmesiyle insanlar ve metinler arası ilişkinin form, yer ve zaman değiştiren insanı, özgürlüğü, düşünceyi ve otoriteyi sorgulattıran ve bunları bahsi geçen yalınlığın içerisinde evrensel bir düzleme sokarak özgürleştiren bir yazar olarak tanınıyor.
Yazarın Çığ’la da böyle bir düşlemin içerisine seyirciyi soktuğu oyunda, zaman,din, mekan veya coğrafya üzerine herhangi bir bağdaştırılmanın yapılmamasıyla , eleştirmenlere zengin sembolizmaları kullanma imkanı tanınmakla beraber, ilham aldığı anının Doğu Anadolu’da geçmesiyle de gerçekçi bir temel de kazanıyor. Cücenoğlu, oyunun oluşum sürecini şöyle anlatıyor:
“Bir gün değerli yönetmen dostum Yusuf Kurçenli ile söyleşiyorduk. İlginç bir durum anlattı bana… ‘Doğu Anadolu’ da, çevresi dağlarla çevrili bir yerleşim biriminde yaşayan insanlar, kesinlikle yüksek sesle konuşamazlar, kahkaha atamazlar, kısacası gürültü yapamazlarmış… Çünkü yapılan gürültü patırtı çığ düşmesine neden olurmuş. İşin ilginç yanı çığ tehlikesinin, yılın dokuz ayında söz konusu olmasıymış. Bu insanlar yılın yalnızca üç ayında bağırabilirler, silah atabilirler ya da çocuklarını doğurabilirlermiş.”
Bir Parmak Çığlık Boyundan Cesaretlenen Çığ’ın Altında Aranan İnsanlık Tasviri
“İnsanın ilk görevi korkuya boyun eğdirmektir.
Korkudan kurtulmalıyız,
o vakte dek hiç bir şey yapamayız.
Ayağının altında korku olduğu sürece insanın eylemeleri adidir,
gerçek değil sahtedir,
düşünceleri hatalıdır,
bir köle ve bir ödlek gibi düşünür.”
/Thomas Carlyle
Yaklaşık 1,5 saat sürecek olan oyun, mağaravari bir ortamın sabaha yakın bir saatinin sessizliğinde ve tekinsizliğinde, karların erimeye başladığı bir ayda,Dede’nin karnının acıkması sırasında dikkatsizlikle gürültü yapmasıyla korkarak uyanan ev halkının tepkisiyle açılır. Ardından evin hamile “Gelin’inin doğum sancısı çekmesiyle ve gelinin kocası “Oğul”un “, “Babaanne”nin, Baba’nın ve Anne’nin yer yataklarından uyanmasıyla başlar. Uyanan ailenin kahvaltıya oturması esnasında, Babaanne’nin yaşlılığından şikayet etmesi, izinsiz kulak misafiri olma özelliği ve gelini “Anne”yle olan tipik gelin-kaynana çatışması dışında, Baba’nın yarattığı erkek egemen ortam ve karar verici otorite rolü mevcutken, Oğul’un karısını çok sevmesi ise verilen duygu derecesi ve sessizlik üzerine konulmuş kurallar olarak oyunun kurgusuna katkıda bulunacak motifler olarak örülmeye başlanan oyun, kısık sesle konuşmanın çok önemli olduğu ve dikkat edilmesi gereken bir unsur olarak seyirciye yansıtıldığı bir bireyler arası ilişkilerin dışavurumuyla devam eder.
Oğul, Gelin’i çok sevmektedir ve onunla olan diyaloglarında Çığ tehlikesinin geçmesine çok az kaldığından Gelin’e doyasıya bebeklerinin çığlık çığlığa doğabileceği, ardından buralardan aileleriyle birlikte göç edecekleri ümidi verilmektedir. Gelin ise Oğul’un tüm teskin edici ve ilgi dolu sözlerine karşın gelen doğum sancıları nedeniyle, bunun bir “erken doğum” olmasından korkmaktadır.
Evde Gelin’in sık sık doğum sancısı nedeniyle gezinmesinin ev ahalisinin dikkatini çekmeye başlarken, bir o kadar da Oğul ve Gelin tarafından imtina ile gizlenmeye çabalanırken, yazar tehlikenin zaman çizgisini ise otoriter Baba ve Oğul tarafından periyodik olarak kontrol edilen civardaki yalağın su ile doluluk oranı belirlemiş.
Oyunda bu su kontrolü ve çığ tehlikesinin geçmesinin yalaktaki suyun tamamen dolmasıyla özdeşleştirilmesi şu şekilde anlatılıyor:
“GENÇ ERKEK temizlediği tüfeği de doldurmak isteyince
ADAM Şimdi olmaz…Zamanı değil henüz…
GENÇ ERKEK Yalaktaki su ne alemde acaba?
ADAM Üç parmaklık daha boşluk vardı.
GENÇ ERKEK, kadınlar sofrayla ilgili son işleri de yaparken mermileri
kutularıyla birlikte tüfeklere yakın bir yere koyar, sonra babasının eline su
dökerek yüzünü yıkamasını sağlar…
GENÇ ERKEK Bakayım mı yalağa?
ADAM Erinmezsen bak.
GENÇ ERKEK iki buçuk parmak kadar.
ADAM İyi… Belki bugün dolar ve patlatırız tüfekleri…
Ama en geç yarın gece dolmuş olur…
GENÇ ERKEK İnşallah! Fazla gecikmesin de!”
Cücenoğlu, Gelin’in korkusunun altında yatan nedeni, Babaanne’nin ve Dede’nin ağzından bu duruma ilişkin köy tarihinde yaşanan olaylar anlattılarak seyirciye aktarıyor:
“YAŞLI KADIN O zamanlar karın gibi gençtim. Dört genç kızdık evlenen.
Görkemli bir düğünle evlenmiştik tümümüz de… Ama zifaf için en az
dört ay beklememiz gerekiyordu… Tümümüze de anlattılar bunu
yaşlılar… Üçümüz eşlerimizden uzak durmayı başardık… Ama o ikisi
yanlış yaptı… Her gece buluşmaya başladılar… Sonra? Tehlikenin
geçmesine üç ay kala doğum sancısı başladı… Ve sonra da olanlar oldu.
GENÇ ERKEK Ne oldu?
YAŞLI KADIN Kurallar belli… Hemen ebe çağırıldı… Doğruydu her şey.
Yargıcılar toplandı ve beklenen karar çıktı. Arkadaşımız tabuta konulup
daha önce açılan mezarlardan birine gömüldü…
GENÇ ERKEK Kocası ne yaptı?
YAŞLI KADIN Çok gözyaşı döktü… Engellemek için yalvardı, yakardı…
Hatta kendisini de gömmelerini istedi Yargıcılar Kurulu’ndan… Ama
yapacak bir şey olmadığını söylediler ona… Ve kansıyla birlikte
gömülmek isteğini de geri çevirdiler…
GENÇ ERKEK Sonra?
YAŞLI KADIN Tehlike geçip de tabut açıldığında, aradan üç aylık bir
süre geçmişti… Ve arkadaşımız için yapacak hiçbir şey kalmamıştı…
GENÇ ERKEK Ama bu insanlık dışı bır uygulama.
YAŞLI KADIN Diğerlerinin yaşaması için bu gerekliydi…
Dağların üstümüze geleceğini bile bile diğer yaşamlar tehlikeye
atılamazdı ki… Başka ne yapılabilirdi ? Seni neden ilgilendiriyor bu?
GENÇ ERKEK Karım çok korkmuş…
YAŞLI KADIN Neden korkuyor? Onun öyle bir sorunu yok.”
“YAŞLI ADAM Amcanı tanımadın sen. Eğer yaşasaydı şimdi şurada yanımda olacaktı. İki yaş büyüktü benden… İçine kapalı bir çocuktu… Hiç konuşmazdı… Hepimiz korkardık bir gürültü olup da çığ düşecek diye…Ama o daha çok korkardı… Yan yana yatardık… Bazen geceleri kabuslarla uyanırdı…Boncuk boncuk terlerdi… Ne olduğunu sorardım…Yanıtlamazdı… Sonra bir gün kimseye söylemeyeceğim sözünü aldıktan sonra bütün korkularını anlatırdı bana… Sanki her an bir gümbürtüyle her şeyin biteceğini bütün benliğinde duyduğundan söz etti. “İstediğimiz kadar dikkatli olalım, ya bir başkası yaparsa bir yanlış? Bir anda yokuz…Bir gümbürtü ve yokuz! Yapacak hiçbir şeyimiz yok. Çaresiz olmak ne kötü şey Tanrım!” Korkuyordu ve bütün yaşamını bu endişeyle sürdürüyordu. Korku insanı bitirir… Kemirir… Korku insanın kurdudur… Gene bir gece uyandı… Ve bana aynen şöyle söyledi: “Şu anda dışarıya çıkmak ve bağırmak istiyorum. Bunu engelleyemeyeceğim galiba…”. “Deli misin?” dedim. “Ya inerse tepemize? Hepimiz ölürüz.. Hani korkuyordun?.. Korkmuyor musun yoksa?”. Dedi ki, “Korkunun ecele faydası yok. Korkmaktan bıktım artık. Korkmamak için de başka çarem kalmadı! Korka korka yaşamaktansa ölüp hiç korkmamak daha iyidir. Bir gün bas bas bağıracağım… Böylece de korkularımdan kurtulacağım! Bağırmak istiyorum!”. “İyi,” dedim, “bizi de korkularımızdan kurtarmış olursun böylece…” Dedim demesine ama sonradan çok korktum. Ya söylediklerimi ciddiye alır da bağırırsa?”
Babaanne’nin ve Dede’nin verdiği töreselleşme eşiğine gelmiş bu bilgiler ışığında, aslında çığ tehlikesi nedeniyle, bir otorite oluşmuş ve kolcularla yaşanan trajedinin bir daha yaşanmamasıyla kurallar ve itaat mekanizması kurulurken, diğer yandan, halkın bu nedenle üreme haklarının belirli bir zaman periyodunda kısıtlanacağı ve bunun aksini savunamayacakları ve korkularıyla düşünceleri bastırılmış, çözüm üretmek için çaba harcamayan bir hale gelmiştir. Çünkü bir kaç kişinin zevki ve istekleri uğruna tüm köyün yaşamı tehlike altına atılmamalıdır.
Oyunda Oğul, bu töreselleşmeye giden kısıtlanmış gerdek gecesi zamanlamasını, buna uymamanın sonucu olarak ise hamilelerin diri diri gömülen cezalandırılmasını insanlık dışı bir durum olduğunu sorgulayan, düşündürttüren ve çözüm tercihlerinin oluşmasını fişekleyen vicdanı, genç nesilden bir birey olarak üstlenirken, Babaanne, gelin-kaynana çatışmasındaki ketum kaynana rolüyle gelenekleri devam ettiren çarklardan biri olması dışında, basmakalıp düşünceyle akılcı düşünce arasında kalmış bataklıktan çıkmayan ve konformist bir şekilde geleneğin savunuculuğunu yineleyen bir rolü temsil etmektedir:
“GENÇ ERKEK: Ne bileyim? Belki doğum sırasında kadının ağzı bağlanabilirdi. Böylece de kadının bağırması engellenebilirdi…
YAŞLI KADIN: Biliyorsun bu türlü şeyleri düşünmemiz kesinlikle yasaktır. Geçmişte de öyleydi, şimdi de… Ama biz kadınlar, kimseye duyurmadan, aramızda bunu da denedik. Ama ne zaman? Tehlike geçip de arka arkaya doğumlarımızı yaparken, sanki tehlike sürüyormuş gibi sessiz kaldık hepimiz… inanılmaz çığlıklardı… Tepelerden öyle bir yankılanıyordu ki… Sanki çığı çağırıyordu üstümüze… Bir bebeğin çığlığı bile hepimizin ölümünü hazırlayabilirdi… Unutma ki en acımasız kurallar bile sonuçta insanın mutluluğu içindir…
GENÇ ERKEK Ne biçim bir mutluluk bu?… Başkasının gömülmesinin insanların mutlu etmesi nasıl bir vicdanla açıklanabilir?
YAŞLI KADIN Kim soktu bütün bunları beynine? Kafanı takma böyle şeylere… Oldu ve bitti. Bir bela, bin öğütten iyidir derler… Belki de o ölüm, elli yıldır bir daha öyle bir olayı yaşatmadı bize…”
Dede ise kendi abisinin, tıpkı Oğul gibi, bu korkuya başkaldıran biri olmasının hikayesini anlatarak seyirciye ve Oğul’a birisinin Oğul’un kafasındakileri denediğini, oyuna gerilim ve engellenme duygusunu katarak, bireylerin insandışı olarak nitelendirilen vahşete göz yummanın meşru bir nedenselliğe dönüştürülmesi amacıyla, Amca’nın töreyi ve otoriteye karşı gelmesinin cezasının öldürülmek olduğu söylenerek, seyirciye, şimdiye kadar neden başkaldırmaması gerektiğine dair gözdağı verilmesi unsurunu aktarma görevini yerine getirir.
Dede, abisi olan Amca’nın kolcular tarafından boğulduğuna inanırken, Gelin’in sancıları ise ağırlaşmış, dayanılmaz hale gelmiştir. Babaanne’nin yine izinsiz bir kulak kabartma esnası sonucu Gelin’in doğum sancısı çektiği ifşa olurken, Baba, kuralların kesin ve çiğnenmecek kadar gerekli olduğunu ve ebeyi çağırarak görevlerini yerine getireceklerini söyleyerek durumu karşılamıştır. Evvelden olduğu gibi diri diri tabuta gömülmekten korkan Gelin ve Oğul, isyan etmelerine rağmen, Anne, Baba’nın “koşulsuz itaat edilmeli” zorlamasıyla ebeyi çağırır. İktidarın ve otoritenin daimi bir şekilde devam edip etmediğinin gözlemcisi, tespitçisi ve uygulayıcısı görevindeki Ebe eve gelir, gelini sorgular, kendisine yalan söylememesi gerektiğini söyler ve ona ilişkiye ne zaman girdiğini sorar. Gelin’in söylediğine göre, ilişki zamanlaması halkın belirlediği meşru bir tarihte gerçekleşmiştir, ancak Ebe, Gelin’i zorla ve dayatmacı bir tavırla kontrol ettikten sonra doğumun her an gerçekleşebileceğini ve bu durumu kolculara ve Başkan’a haber vereceğini söyler. Oğul ve Gelin, korku ve kaygı dolu bir şekilde Baba’ya bir şey yapması gerektiğini yalvararak istese de Baba, çaresiz olduklarını ve kuralları tekrar dile getirir ve onların göz yaşlarını umursamazken, uygulanmadığı takdirde, kendi kimliğinin halkın güvenliğini tehlike atan aile reisi olarak, onlar önünde utanç ve nefretle anılacağını belirterek, aidiyetsiz kalma korkusunu açığa vuracaktır.
Başkan, kolcular eşliğinde, baskının içerisinden çıkmış otorite gücünü sembolize ederek eve gelip, Gelin’in diri diri tabuta gömülmesi gerektiği kararını verirken, yalağın dolmasına iki parmak kalmıştır. Oğul, sabredilmesini, alternatifleri sorgulamadan ve düşünmeden insan hayatını bu kadar çabuk sonlandırılmaması gerektiğini söyleyerek, isyan eder:
“GENÇ ERKEK Ama bu bizim suçumuz değil ki?
BAŞKAN O ne demek?
GENÇ ERKEK Hesabı büyüklerimiz yaptı. Şu gün olacak dediler… Ve o gün gerçekleşti zifaf… O geceye kadar karımı ancak uzaktan gösterdiler bana… Hiç bir zaman yan yana bile gelemedik…
ADAM Sayın Başkanım izin verirseniz söz almak istiyorum..
BAŞKAN Fazla uzatmadan söyleyin…
ADAM Oğlum doğru söylüyor… Onların gününden önce bir araya gelmelerini hep engelledik..
KADIN EI ele dokunmalarına bile izin vermedik…
BAŞKAN İzin almadan konuşmak yok … Anlaşıldı mı?
KADIN Anlaşıldı Başkanım.
BAŞKAN Varsayalım ki her şey zamanında oldu.. Buradan nereye ulaşacağınızı anlamakta zorlanıyorum.
GENÇ ERKEK Bu bir erken doğum.
EBE Evet başkanım… Bu bir erken doğumdur..
GENÇ ERKEK Yani suçlu değiliz biz…
BAŞKAN Öyle ya da böyle ne fark eder? Biz burada doğum erken miydi geç miydi, bunu tartışmıyoruz. Biz sonuca bakarız… Şu anda, yani tehlike geçmemişken karın doğum yapacak duruma gelmiş… Bizi ilgilendiren budur… Ancak kurallara aykırı olarak. zamanından önce bir birleşme söz konusuysa kuşkusuz bu da ilgilendirir bizi… Ama sonucu gene etkilemez.
Şimdi burada yapılacak işlem bellidir. Bu genç kadın zaman yitirilmeden tabuta konulacak. sonra da gömülecek toprağa! Bu karara bizim de üzüldüğümüzü bilmeniz tesellimiz olacaktır…
GENÇ ERKEK Başkanım…
BAŞKAN Artık tartışılacak bir şey kalmadı… Çünkü bu genç kadın her an doğum yapabilir… Böyle bir sonucun da neler getireceğini yeniden anımsatmama bilmem gerek var mı? Bakın eğer ebenin doğumla ilgili bir itirazı varsa, kuşkusuz infaz beklemeye alınarak, durum tartışılabilir…Çünkü bu durumda itiraz hakkı olan tek kişi sizsiniz…Herhangi bir karşı görüşünüz var mı?
EBE Hayır başkanım…
BAŞKAN Kurallar zaman yitirilmeden uygulansın!
YAŞLI ADAM Bunlar kokuları yargılamıyor!
GENÇ ERKEK Karım kendi ihmalimiz olmayan bir durumdan dolayı cezalandırılıyor… Neymiş, kurallar böyleymiş… Kaldı ki biz, kural dışı hiçbir şey yapmadık. Düğünümüz, zifafımız her şeyimiz zamanında gerçekleşti…
BAŞKAN Ama bunları konuştuk evladım… Sen ne demek istiyorsun? Kuralları tartışalım da, bunca insan ölsün mü!
GENÇ ERKEK Bunca insan ölmesin! Ama benim karım da ölmesin…”
Nasıl ki Spinoza’nın deyimiyle “Korku ümitsiz olamaz, ümit de korkusuz “, çaresizliğin içinde yakınan ve kahrolan Oğul, karısının ölüm kararına karşı bir şeyler yapmak adına, evdeki tüfeği ele geçirir, herkesi kontrol altına alır ve karısını bırakmalarını ister. Tüfek patlarsa herkes ölecektir. Çünkü ona göre ya karısı yaşayacaktır ya da hep beraber öleceklerdir.
O sırada duruma müdahale etmek amacıyla, kolculara evvelden bari katil gözüyle bakan Dede’nin , onların elinden öldürülen ve kardeşi olan Amca’nın katledilmesinin beyninde yarattığı tramvatik çıkışı devreye girer. Kendisi tüfeği eline alarak, mağaradan dışarı çıkar ve herkesin korku dolu, kısık sesle ve bastırılmış bir edayla “dur” demesine aldırmadan silahı patlatır. Beklenenin aksine Çığ düşmemiştir, Başkan, Kolcular, Ebe, Anne,Baba dahil herkes gülümsemeye başlar, korkuları terketmenin yarattığı, özgürlüğün tadını çıkarmaktan kaynaklanan, uzun zamandır hasret kaldıkları bambaşka bir duygu ve mutluluk anıdır budur.
Oyunun orjinal versiyonunda son sahnede Oğul’un tüfeği patlatmakla tehdit ederek, karısının doğum yapmasını sağlaması ve sancı ve akabinde bebek ile gelen çığlığı sonucunda Çığ’ın düşmemesiyle gelen sevinçle bitirilmiştir.
Kapalı Toplumsal Sınıflardaki Korku Toplumu Olgusu ve Gotik Motifli Oyun Üzerinden Eleştiriler:
“Ancak korkularımızı aştığımızda yaşamaya başlarız. “
/ Doroty Thomson
Geleneselleştirmenin getirdiği alışkanlıklarla, akılcı düşünceden yoksun kalan kapalı toplumların daha çok köylü sınıf üzerine temsiliyetinin vurgulandığı Tuncer Cücenoğlu’nun oyunu olan Çığ için, 2004’de yayımlanan Nurhan Tekerek’in “Tuncer Cücenoğlu’nun Oyunlarında Durumlar ve Soyutlamanın Getirdiği Evrensel Açılımlar” adlı makalesinde Çığ’ın insanlık dışı uygulamaların tetikleyicisi, bundan korkan konformist toplumun ise, korkularını kontrol altında tutmasını ve tehlikeden korunmak adına üreme,doğum, konuşma, göç gibi davranışlarından fedakarlık etmeye hazır ve kurallara bağlanması için bir otoriteye itaat etmeyi meşrulaştırmış “durum” hali üzerine yerleşen bir kurguyla yazar tarafından düzenlendiğini ifade ederek, susan topluma karşı başkaldırıyı öven görüşünü dile getirir:
“Çığ’da da soyutlamanın anlatım yollarından pek çoğunu kullanmış Cücenoğlu. Çığ simgesel olduğu gibi grotesk bir nitelik de taşımaktadır. Baskıdan-tehlikeden bu boyutta -yıllardır, yılda dokuz ay fısıltıyla konuşacak kadar- korkulması, korkunun insanları, en yakınlarını dahi diri diri gömebilecek noktaya taşıması ürpertici ve şaşırtıcıdır. Aynı zamanda da ironiktir de. Çığ tehlikesinin yarattığı bu boyutta korku beklenen ya da umulan bir tutum değildir. Ancak gerçek budur. Beklenen bu toplumun bir biçimde “ Hayır! ” demesi gerektiğidir. İşte beklenen “ susmamak “ la, gerçekleşen “ susmak “ arasındaki aykırılık da insanın yüreğini sızlatan, acı bir gülümsemeyi beraberinde getirir ve çok tanıdık-bildik şu sloganı anımsatır: “ Susma, sustukça sıra sana gelecek! ” Bu yüzden, bebeğini her şeye karşın doğuran Genç Kadın’ı ve tüm topluluğu tehdit edip karşısına alarak, bu yeni ve güzel olayı yaratan Genç Erkek’i, başkaldırısı bireysel de olsa alkışlarız”
Cücenoğlu, oyunu oluşturma fikrinin, her ne kadar konu Doğu Anadolu’da geçen gerçek bir toplumsal davranış üzerinden oluştuğunu belirtse de, herhangi bir dini , siyasi parti veya ideolojik bir fikrin sembolizmalarını oyuna yansıtmadan, insanın baskı ve otorite karşısında düşünmenin basiretinin bağlanacağı ve ataletin korkuyla beslenerek süregeleceğini anlatma niyetinde olsa da, toplumun bu ataletin, Lars Von Trier’in “Dogville” filmindeki klise kurallarına sığınarak ve düşünmeyi engelleyerek, bir kadının iğval edilmesine suç ortağı olan otorite ve halk betimlemesi örneğinden de anımsanabileceği veya Mario Giordonu’nun romanıyla ve akabinde Oliver Hirschbiegel yönetmenliğinde çekilen “Das Experiment” filmindeki yoktan otorite yaratarak, bu otorite-itaat ilişkisindeki insani değerlerin etkileyici bir biçimde sorgulattırıldığı gibi , felsefede ve bilimde Tanrı’nın koyduğu kuralları sorgulamayan toplum yapısını eleştiren örneğin Schopenhauer ve Nietszche düşüncesi dışında, siyasi otoriteye karşı direnişleri ile sembolleşen Gandhi, Che Guevera gibi devrimsel ve sosyolojik tepkilerle de korku toplumunun içselleştirdiği suskunluk görülebilir. Ancak Cücenoğlu, Çığ oyununda olduğu gibi bir çok oyununda bu denli geniş çaplı olgulardan kendi tercihiyle arındırarak, temel gerçeği tespit etme ve kökenine inmeyi benimsemiştir.
Bu açıdan örneğin Murathan Mungan’ın “Binali ile Temir” öyküsünde olduğu gibi töre üzerinden erkeklik eleştirisinin yapıldığı bir olguya oyun içerisinde ana tavır olarak girmemiştir veya tarım ve kır toplumlarında sıkça görülen kadın-erkek eşitsizliğinin sonuçlarını oyunun ana çıkarımlarına bağlamamıştır ancak dolaylı etkileri ve otorite altında suskunluğunun pek de mikro olmayan bir unsuru olarak Anne’ninve Baba’nın istekleri, isteksiz hamile bırakılması gibi fedakarlıklarla , halkın can güvenliği açısından kendi haklarından fedakarlık yapan benzeştirme yapmamıza olanak tanımıştır.
Başkan, kolcular ve Ebe ile oluşturulan otoritenin ise oyun sürecince siyasi bir ideolojiyi temsil etmedikleri açıkken, güce sahip olmanın getirdiği kibir, yaverinin ev halkından Başkan’ı yüksek bir yere oturtma isteğinden anlaşılabilir, ancak Cücenoğlu’nun da oyunun ana fikrine katkıda bulunan bir etmen olduğunu düşünmek yersiz olabilir. Sosyolojik olarak “gözetim altında tutulan toplum”, Weber’in bürokratik örgütün ideal toplum tipini oluşturan fikirleri veya oyunda gerçekten bir suç unsuru oluşmamasına rağmen, günah keçisi yaratarak kendi kurallarını meşrulaştıran halk eleştirisi bu oyunda görülebilir. Asayişi sağlama yetkisi verilen ve militarizmle de karışan ve sivil toplum hareketinden uzaklaştırılan halkı oluşturma gayesindeki otorite, tarih boyunca korkutarak, korku üzerinden nemalanan kişilerin ve kurumların oluşmasına olanak tanımıştır. Öyle ki, devletçi anlayışın istismar edildiği bu durumun benzeri, halen deprem, meteor düşmesi ve sel gibi doğal felaketlerle korkan toplumun, devletin baskısını,vergisini ve adaletsizliğini sorgulamaktan çekinen ve çekirdek ailesini korumak için susan bir yapıya bürünmesi açısından bu oyunun fikir verdiği doğrudur ve yerellikten uzaktır, keza düşünceye dökülmesi açısından da faydalıdır. Hatta, güveni zedelenmiş, kararları adaletsizlikle veren bir asayiş sistematiğinin altında kendini güvenli hissetmeyen insanın korku içerisinde, kendini korumak adına enerjisini harcaması ve başkaldırması hatta bunu şiddetle sağlamaya mecbur bırakılması, Che Guevera örneğinde olduğu gibi meşrulaştırılmış bir direnişe sahiptir ve oyun bu başkaldırının ilkel bir ortamdaki karşılığı gibi algılanması oldukça samimi ve gerçekçi olduğu gibi Platonun ve Bacon’un üzerinde önemle durduğu “mağara alegorisi”sini de gerçekler.
Diğer yandan gotik yazında sık sık başvurulan ölüm teması, acı, mutsuzluk ve korkudan kaçmanın imkansızlığı gibi karanlık örgülerin mevcudiyetiyle sıkışmışlık söz konusudur. Bu sayede Feodalizm eleştirisinin de yapıldığı ve “içteki buhranın” ne olduğuna ilişkin söylevi, epik ve dram türleriyle birleştirerek sunan özelliğiyle “Çığ” benzeşmektedir. Bunun dışında, aklın çelişkileri, kadın-erket eşitsizliği, zulüm ve feodal kuralların da oyunun içerisinde “geçmiş” ile “şimdi” arasındaki bağı kurmaya yarayan bir zıtlık oluşturması ve Oğul gibi doğaüstü özellikleri olmayan ama insancıl kısımları okuru tetikleyici öğeler ile ön plana çıkmaktadır. Gotik yazında sıkça görülen hayaletler ve gerçeküstü canlılar yerine ise Karanlık güç “çığ” olarak tasvir edilir. O acımasız, yıkıcı,engellenmesi mümkün olmayan, duygudan yoksun, ürkütücü ve kasvetlidir. Keza Çığ’da Aydan Doğan’ın sahne tasarımıyla “mağara alegorisi” teorisinden esinlenmiş olabileceğini düşündürtten mağaravari bir ortam yaratılması, tekinsizlik ve belirsizlik duygularını beslemekte ve sıkışmışlığı, boşluğu ve korkudan kaçışı mekan tasviriyle özneleşleştirmektedir. Diğer yandan ise kadının rol dağılımındaki “ideal eş” düzlemi, erkeğin neslinin devam ettirme göreviyle adledilmesi, cinsel haz nesnesi olarak görülmesi, duyguları ve sadakati uğruna kendilerine biçilen rollere başkaldırmayan imgelerle bezenmiştir.
Ancak, niyet ve dil her ne kadar bunlar olursa olsun, Çığ’da, doğal felaket tehlikesinin ve ölüm korkusunun tabiatı es geçilmemelidir ve oluşan otoritenin koyduğu kuralların ve tedbirlerin akli bir iradeye dayandırılması söz konusudur. Zira bebek çığlık atsa veya Gelin doğum sancısıyla bağırsa veya en son sahnede tüfek patlasa ve çıkan sesten ötürü çığın düşmesi fizik kuralları gereği olasıdır, hatta böyle bir ortamda düşmemesi doğaüstü olacaktır ki bu anlamda da ilginç bir şekilde gotik yazına yaklaşır. Çığ düştüğü takdirde ise, otorite savunulabilir, gelenekler övülebilir, kurallar yüceltilebilir ve bunları korumakla yükümlü otorite meşrulaşabilir idi, en azından çığın düşmemesiyle bu olgulara yapılacak eleştiri meşrulaştıralamamaktadır. Doğanın bir gerçeği olarak, ses karşısında hassas bir çığın düşmesi gibi bir alternatif ve ters açı, Cücenoğlu’nun mantıksı örgüsünde vermek istediği asli kavramın üzerine gölge düşürebilecek bir yazın eksikliği olarak düşündürmektedir. Ayrıca, ölümü bastırmak, hayati iradenin bir yansıması olduğunu yadsımak ve ister modern, ister ilkel toplum olsun dinlerden, otoriteden bağımsız seküler ve içgüdüsel bir insan refleksi olduğunun altını çizmek gerekir. Burada gelenekselleşme eleştirisi olarak algılamanın yanıltabileceği, bunun yerine sabit fikrin ve korku altında insanın alternatifleri sorgulayamayacağı basiretsizlik kaderini sorgulamak ve bunun üzerinden fikir üretmek daha doğrudur. Başkaldırı ,kuşkusuz devrimcilikle özdeşleşen ve korku nedeniyle ilerlemeyen toplumlara ışık tutacak ve tarihte olumsuz örnekleri kadar, olumlu örnekleri de çokça görülmüş bir yöntemdir. Mamafih, Çığ üzerinden yapılması gereken “başkaldırı” teşviği, siyasi, dini otorite olması gibi yerlere çekilerek algılattırılması manipülatif bir yaklaşım olacaktır.
Ayrıca, çaresiz kalındığında bir çok insanın ölümü yerine bir insanın ölümü de yine akli düşüncenin gereğidir ve deneyler itibariyle çoğu insanın verdiği kararlardan biri olması olasıdır , Çığ düzleminde de bu fedanın vicdani muhasebeyle akla yatkın olmasından dolayı tolere edilebilir ve böyle bir durumda bir insani etmenin, kadın erkek arasındaki güçlü “aşk” kaldıracı kullanılarak reddedilmesini savunmak da seyirciyi anlamsız ve çözümsüz bir polemiğe çekecektir.
Oyuna tiyatro çevresinden gelen en önemli eleştiriyi biçem üzerinden yapan ve bu açıdan kendisinin de bir çok tiyatro çevresi tarafından eleştirilmesine ve dışlanmasına sebep olma nedenlerinden biri olarak gördüğümüz Coşkun Büktel’in düşüncelerinde bulmak mümkün. Büktel’’in eleştirileri, Cücenoğlu’nun Gelin’in erken doğum, karların erime zamanı ve doğum zamanı hesabında yanlış ve mantık dışı olduğu ve Dede ile Babaanne arasında geçen cinselliğin “kuşun ötmesi” esprisinin ve Dede’nin zina yaparak “kuşunu öttürmesi” fikrinin gereksizliği üzerinedir. Büktel, oyunun bu eksikliklerinin, oyunu öven bir çok çevre tarafından görmezden gelindiği ve Cücenoğlu’nun oyununun gözü kapalı övüldüğünden yana sıkıntısını dile getirmektedir. Büktel’in eleştirilerini yok saymak, yargılamak ve dışlamaya giden süreç ise, oyunun ana fikrinde geçen susmamanın yenilik getireceği düşüncesini de yok saymak olur ve bu açıdan Büktel’in eleştirisini oyunun yarattığı ekosistem içerisinde vurgulamak ve yer vermek gereklidir.
Türk tiyatrosuna bir çok oyun kazandırmış Cücenoğlu’nun ,oyunlarıyla toplumu davranışlarını sorgulatmaya itmiş, düşündürmüş ve çıkarımlar yapmaya itmiş bir oyun yazarı olarak bir çok tiyatro çevresince “Çığ” önemli bir yerde olsa da, gerek Dede’nin Amca üzerinden acıyı, isyanı temsil etmesi, gerek Anne’nin erkek egemen toplumda susturulmasına karşılık Baba’nın susan bir topluma kökenlerine geri dönmek adına göç etmeme düşüncesi, gerekse Babaanne’nin töresel avantajlarını devam ettirmek için gelinini köle gibi davranması Cücenoğlu’nun “baskı ve statükocu düşünceye karşı susmayın, başkaldırın” ilkesindeki oyunun ana fikrindeki yalınlığı bozacak olgulardandır ve bu anlamda fazladan serpiştirildiği ve bu ana fikri vermek açısından daha fazla yalınlık içerebileceğini de söylenmelidir ve bu açıdan oyun eleştirilmelidir.
Nihai olarak Büktel’in eleştirilerinden ve yazılarından da Cücenoğlu’nun oyunlarından çıkardığımız düşünce ise bu oyun sayesinde ortak bir noktada bizleri buluşturmaktadır; O da her ikisinin de korkunun düşünceyi kısıtlayacak, onu bir hakimiyet kurma aracı olarak kullanılarak, halkın gelişimini ve özgürlüğünü engelleyecek bir şekilde kullanılmasının önüne geçilmesinin karşısında Oğul’da olduğu gibi sorgulayarak, alternatifleri ve salt akıldan değil duygulardan da faydalanarak, düşünceleri açıklamanın ahmaklık yaftası yeme korkusuyla bastırılmadığı, insanın özgür iradesiyle karar verdirecek kamusal güvenin ve imkanların sağlanması ve bunların engellenmesi halinde susmamanın ve direnmenin insanı insanlığa daha da yaklaştıran bir davranış olacağı gerçeğidir.
Fotoğraflar: Hürriyet Kültür Sanat
Merhaba
“Çığ” adlı eser hakkında ki yorumlarınızı okudum dün.
Bayağı kapsamlı yazmışsınız ve oyun güzel sahneye konmuşa benziyor.
Fotoğraflar çok sıcak.
Ellerinize sağlık.
Başarılar…
Görüşleriniz için teşekkürler Emel Hanım.
Oyun hakkında okuduğum en objektif eleştiriydi. Emeğinize sağlık.
görüşünüz için teşekkürler Samet Bey.
Paylaşımınız için teşekkürler, kolay gelsin!